31 Temmuz 2014 Perşembe

"İç Kargaşa Endeksi" - Burjuvaya Huzur Yok

"İç Kargaşa Endeksi" - Burjuvaya Huzur Yok
"Küresel risk analizi" yapan bir şirket bir rapor yayınladı. Raporda 197 ülkedeki toplumsal veya politik "kargaşalar" sayıya dökülmüş.
Buna göre Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarında "kargaşalarda" yüzde 20 artış var. Kırmızıyla işaretli bölgeler "aşırı derecede riskli", koyu turuncu "yüksek riskli", koyu sarı "orta riskli" sayılıyor.

25 Temmuz 2014 Cuma

Çürüyen-Geberen Kapitalizmin Resmi

Çürüyen-geberen kapitalizmin resmi:
Dünyadaki sermaye ihracının hangi sektörlere gittiğini gösteren aşağıdaki grafik, son yirmi yılda kapitalizmin çürüme seyrini gözler önüne sermektedir.
Görüldüğü gibi, 1990 yılında tüm tekellerin yaptığı sermaye ihracında finansal sermaye toplamın yüzde %19'unu oluşturuyordu.
Bu rakam bugün diğer tüm sektörlerin aleyhine büyüyerek %30'a yükselmiştir. (Finans dışında payı artan tek sektörler lojistik-komünikasyon - bu sektörler sadece sermaye dolaşımını hızlandırarak sermayenin yeniden üretimini, dolayısıyla artı-değer üretimini çabuklaştırır - ve madencilik, petrol ve gaz sektörleri olmuştur.

10 Temmuz 2014 Perşembe

Che Guevara - Stalin Üzerine

Che Guevara - Stalin Üzerine:

"Bir Marksist-Leninist, bir komünist olarak görevim revizyonizm, oportünizm ve troçkiszmin arkasında gizli gericiliğin maskesini yırtmak ve (hem şimdiki hem de gelecekteki potansiyel yoldaşlara) gerçek amaçları işçi sınıfı hareketini içeriden dinamitlemek olan burjuvalar, sosyal-demokratlar ve gericiliğin maşası olan diğer sahte komünistler tarafından Stalin'e karşı formüle edilmiş yargıları doğru olarak kabul etmemeleri gerektiğini öğretmektir.

1 Temmuz 2014 Salı

TÜRKİYE BURJUVAZİSİ NEDEN SALDIRMAK ZORUNDA?

TÜRKİYE BURJUVAZİSİ NEDEN SALDIRMAK ZORUNDA?
Türkiye burjuvazisi iş cinayetlerine, işçi kanına doymuyor,
Çıkan yeni yasa gelecekteki iş cinayetlerine burjuva yasaları çerçevesinde zemin hazırlamak demektir. 6552 sayılı Torba Yasa'nın iş sağlığı mevzuatına getirdiği değişiklerden söz ediyoruz.
Bir burjuva gazetesi haberi şu başlıkla vermiş:
"İşyerlerine İş Güvenliği Piyangosu"
Her ne hikmetse, meclisten çıkan yasalarda piyango hep burjuvaziye vuruyor.
Haberin en önemli kısmını aktaralım:
"Çalışan sayısına bakılmaksızın tehlikeli ve az tehlikeli sınıftaki işyerleri ile 9 ve daha az çalışanı olan çok tehlikeli işyerlerinin diğer sağlık personeli çalıştırma zorunluluğu kaldırılmıştır." (Ayrıntılar için:http://www.dunya.com/isyerlerine-is-guvenligi-piyangosu-157264yy.htm)
Dokuz ve daha az çalışanı olan işletmeleri kapsayan bu yasanın doğrudan Türkiye işçi sınıfının en kalabalık kesimine yönelik bir saldırı olduğu şu rakamları hatırlayınca daha belirgin hale geliyor:
Türkiye'de 1-9 arasında işçi çalıştıran, 3 milyondan fazla işletme var ve Türkiye’de çalışanların % 77’si bu tür işletmelerde çalışıyor. Bu oran ABD’de % 58, Almanya’da % 60, Brezilya’da % 67. Demek ki, Türkiye’de diğer ülkelere göre emekçilerin daha fazla bölümü küçük işletmelerde çalışıyor.
Burjuvazi neden sürekli saldırıyor? Aşağıdakiler yetmiyor mu?
1)İşçi sınıfı üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanan yedek sanayi ordusunun büyümesi (işsizlik oranları yüzsüzlük derecesinde çarpıtılmış olan TÜİK rakamlarına göre bile Haziran döneminde yüzde 9,9’a yükseldi),
2) Suriye'den göç dalgası,
3)kadınların %52,6’sının kayıtdışı çalıştırılması,
4) yoğun biçimde çocuk emeği kullanılması (gerçeği yansıtmayan resmi rakamlara göre bile (6-17 yaş arasında 893 bin çocuk çalışıyor. 6-14 yaş arasındaki çocukların ise çalıştırılması yasalara aykırı. Ama 292 bin çocuk çalışıyor.)
5) kitlelerin borçlandırılarak elinin kolunun bağlanması (bireysel kredi kartı borcu 74,2 milyar TL’ye çıktı, 500-1000 lira arasında olanlar arasında borçlu olanların sayısı geçen yıla göre yüzde 8.28, aylık geliri 500 liranın da altında olan en yoksul kesimde borçlu olanların sayısı yüzde 11.2 arttı),
6) kayıt dışı çalıştırma (10’dan az çalışana sahip firmalarda kayıt dışı istihdam oranı yüzde 44; bu işletmelerdeki kayıtdışılık oranı ücretli kayıt dışılığın yüzde 86’sını oluşturuyor),
7) (özellikle Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından hazırlanan "Sosyal Güvenlik Paketi"yle güçlendirilen) taşeron sistemi
8) Yeni iş yasasıyla işten çıkarmanın kolaylaştırılması
Neden bunların hiçbiri Türkiye burjuvazisini tatmin etmiyor?
İşçi sömürüsü dünyanın neresinde olursa olsun burjuvazi için hayati öneme sahiptir. Buna karşılık dünya kapitalizmindeki işbölümündeki konumları bazı ülkelerin burjuvazisini (özellikle de üretimi yurt dışına, işgücünün daha ucuz ülkelere taşıma lüksüne sahip olmayanları) işçi sömürüsünü en üst düzeye çıkarmaya zorlar.
Türkiye'de değişmeyen sermaye oranı daha gelişmiş ülkelere göre görece düşük. Örneğin Türkiye'nin İhracatı içersinde düşük ve orta düşük katma değerli ürünlerin payı yüzde 62.1 iken, yüksek teknolojili ürünler yüzde 2.7 oranında kalıyor. 2012 yılı sanayi üretiminin yüzde 38’i düşük teknolojili ürünlerden oluşmuş. Orta-düşük teknolojinin payı yüzde 36, orta-yüksek teknolojili ürünlerin payı yüzde 23. Yüksek teknolojili ürünlerin payı ise sadece yüzde 3. Düşük teknoloji, yüksek teknolojiyi neredeyse 13’e katlıyor. 2011 verilerine göre Türkiye’nin sanayi malları ihracatında yüksek teknolojili ürünlerin payı, sadece yüzde 1.8. Bu rakam, yüzde 17.3 olan dünya ortalamasının neredeyse onda biri düzeyinde. Başka deyişle, Türkiye burjuvazisi tekelleşme oranı yüksek, son derece fazla sermaye birikimi ve değişmeyen sermaye yatırımı gerektiren sektörlerde genellikle rekabet edemiyor. Bu yüzden, belli bir değişen sermaye oranının kullanıldığı sektörlere ağırlık vermek zorunda. Amacı, bu sektörlerde biriktirdiği sermayeyi daha yüksek teknoloji gerektiren sektörlere yatırarak "bir üst lige" çıkmak. Çünkü değişmeyen sermayenin oranı değişen sermayeye göre büyüdükçe "işçi başı verimlilik" (yani işçi başına elde edilen nispi artı değer oranı) artar, yani kar kitlesi artar. (Parantez içinde şunu da söyleyelim, bu durumda da kar oranı düşer, yani "üst lige çıkmak" da çözüm değildir, çünkü kapitalizmde üretici güçlerin gelişmişlik düzeyiyle üretim ilişkileri arasındaki, üretimin artışıyla kitlelerin yoksullaşması arasındaki çelişkiyi açmak mümkün değildir. Yine de, tek tek kapitalistler bunu düşünmez, "sermayenin organik bileşimini artıyorum, bu da uzun vadede sınıf olarak kar oranlarımızın düşmesine yol açacak" demez, kendi postunu kurtarmaya, diğer kapitaliste göre daha verimli (ve hızlı) üretip rakibini alt etmeye çalışır) Bunu yapamamaktan, "orta gelir tuzağına" düşmekten korkuyorlar.
Bunu biraz açalım. Dünya Bankası "kişi başına yıllık ortalama geliri" 1,006 – 12,275 dolar arasında olan ülkeleri "orta gelirli ekonomiler" olarak sınıflandırıyor. "Orta gelirli ekonomiler" de Alt orta gelirli ekonomiler (1,006 – 3.975 dolar arası) ve üst orta gelirli ekonomiler (3.976 – 12.275 dolar arası) olarak ikiye bölünmüş. Bu hesaba göre Türkiye üst orta gelirli ekonomiler. (Geçerken belirtelim, "kişi başına yıllık ortalama gelir" bilimsel değeri olan bir kategori değildir, sadece üretim miktarını nüfusa bölmek gibi gerçek hayatta karşılığı olmayan soyut bir hesaplamadır. Yine de, bir ülkenin üretim kapasitesini sezgisel olarak da olsa gösterdiği için bu rakamları referans olarak alıyoruz.)
Kişi başına 12 bin doların üzerine çıkabilmeyi ağırlıklı olarak yüksek teknoloji gerektiren sektörlerde üretim yapmak olarak anlayabiliriz. Az önce de belirttiğimiz gibi, bunu yapabilmek için önemli bir sermaye birikimine sahip olmak gerekiyor. Ama bu sermaye birikimine ulaşmak her ülkenin burjuvazisine nasip olmuyor. Çünkü rekabet büyük. Güney Kore örneğinde olduğu gibi, bazıları bunu başarmış ve geçici olarak kar maksimizasyonu önündeki engelleri kaldırmış. (IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist kurumların liteatüründe buna yani düşük teknolojiden yüksek teknolojiye geçişi "büyümenin sürdürülebilirliği için sermayenin yapısal değişimi" diyorlar.) Bunu başaramayanlar ise sermayeye dönüştürülen artı değer oranında (burjuva literatüründe buna "büyüme" diyorlar) düşüş sorunuyla karşı karşıya kalıyorlar. Çünkü belirli büyüklükteki değişmeyen sermaye oranı ancak belirli büyüklükte bir kar sağlayabilir.
İşte bu yüzden, Türkiye’nin son 6 yılda "kişi başına yıllık ortalama geliri"nin 10 bin dolar civarında seyretmesi özellikle sanayide faaliyet gösteren burjuvalar ve onların ideologları arasında tartışmalara ve paniğe yol açıyor.
Türkiye'nin en büyük sanayi tekelinin başındaki Mustafa Koç'un açıklamaları sermaye birikim hızındaki yavaşlamadan doğan bu paniği yansıtıyor:
"Yüzde 2,1’lik büyüme oranı Türkiye için yeterli değil. ... yüzde 5, 5.5 büyümesi lazım her sene... Orta ve uzun vadeli büyüme modeli tekrar ele alınmalı... Babacan yüzde 100 haklı. Türkiye inşaatla değil sanayi ile büyümeli".
Sanayi sektöründe faaliyet gösteren burjuvazinin aynı şekilde düşündüğünü göstermek için bir başka ünlü sanayi burjuvası Güler Sabancı'dan alıntı yapalım. “Brisa Sürdürülebilir Değişim Konferansı”nın açılış konuşmasından:
"(Büyüme hızı) gelecekte yeterli değil; makro istikrari bozmadan %5-6 büyümeyi başarmamız lazım". ... en az %5-6 büyümeyi gerçekleştirebilmemiz için ekonomi ve sanayi politikamızda kapsamlı, uzun vadeli, cesur ve gerçekçi reform gerekiyor.
...Dünyada katma değer zincirleri yeni teknolojilerle baş döndürücü bir biçimde değişiyor, yeni teknolojiler, inovasyon, girişimcilik; hizmet sektörü ile sanayi sektörü arasındaki sınırları kaldırıyor. ...Türkiye ancak bu yeni teknoloji devrimine, öncelikle sanayisi ile entegre olursa istediğimiz hızlı büyüme dönemine girebilir. Bu bağlamda, Sayın Başbakan Davutoğlu’nun yaptığı açıklamaları ve Sayın Ali Babacan’ın sanayiye önem ve öncelik atfeden açıklamalarını umutla karşılıyoruz."
Tıpkı TC'nin kuruluşunda sermaye birikimini sürdürmek için kendi yapamayacağı büyüklükteki yatırımları devlete yaptırmak, gümrük duvarlarıyla piyasasını korumak için devletçiliğe ihtiyaç duyduğu günlerdeki gibi; tıpkı ilk aşırı üretim krizini yaşadığı, iç piyasayı doyurduğu, tekelleşme sürecini ilerletip dışa açılmaya hazır hale geldiği, ihracata yönelik üretimi, mutlak ve nispi artı değeri artırmak için 12 Eylül faşist darbesine ihtiyaç duyduğu günlerdeki gibi Türkiye burjuvazisi AKP hükümeti döneminde de hedeflerini belirlemiş, diğer ülkelerdeki burjuvaların gerisinde kalmamak, sermaye birikimini sürdürmek için ne yapması gerektiğini biliyor.
Ama önünde ciddi engelleri var. Örneğin "cari açık". Burjuva iktisatçılar cari açık derken bir ülkenin ürettiğinden fazla harcamasını, ülkeye gelen dövizin ülkeden çıkan dövizden fazla olmasını kastederler. İşte Türkiye'de 2003 ile 2013 arası 11 yılda Türkiye toplam 399.3 milyar dolarlık cari açık var. 1989'dan 2013'e kadar geçen 25 yılda verilen cari açık toplamı ise 421 milyar dolar. Yani Türkiye burjuvazisi yurt dışıyla girdiği ticari ilişkiden zararlı çıkıyor. Ve bu maliyetin boyutları her yıl artıyor. 2004’te cari açık 14, 2006’da 32, 2010’da 45 milyar dolardı, 2013’te 65 milyar dolar düzeyinde.
Değişmeyen sermayenin önemli bir kısmını oluşturan makinelerde önemli düzeyde dışarıya bağımlılık söz konusu. İthalatın üretime göre belirgin şekilde hızlı artması dikkat çekici. 2002 yılı ile karşılaştırdığımızda 2014 ilk çeyreği itibarıyla milli gelir 11 yılda toplam yüzde 70.4 büyümüş. İthalat artışı yüzde 135.4. İthalat artış hızı büyüme hızının neredeyse iki katı.
Örneğin, değişmeyen sermayenin bir diğer önemli kalemi olan hammadde-enerji kullanımında ciddi bir ödeme yapmak zorunda. Bu durum, on yıl öncesine göre çok daha keskin. 2002 yılında enerji ithalatına 9 milyar 203 milyon dolar öderken, 2013 yılında 55 milyar 915 milyon dolar ödemek zorunda. Enerjide dışa bağımlılık 11 yılda 6 kat artmış. Enerji fiyatlarındaki her türlü oynama maliyetlerine doğrudan yansıyor.
Bu durum, normal şartlar altında Türk lirasının değerini düşürmesi gerekir. Ne de olsa, ülkeye giren değer ülkeden çıkan değerden yüksek. Ülkeye giren değerin satın alınabilmesi için yabancı para (dolar) gerekir. Dolara bu kadar talep de normal şartlarda onun değerini Türk lirası karşısında artırmalıdır.
Ama şartlar pek "normal" değil. Türkiye uluslararası finans kapitale göbekten bağımlı bir ülke. Türkiye'ye dışarıdan para giriyor. Buna burjuva literatürde "sıcak para" diyorlar. Nedir bu? “Sıcak para”nın bilimsel literatürdeki karşılığı finans kapitalin gerçekleştirdiği sermaye ihracıdır.
Uluslararası finans tekelleri Türkiye’ye ağırlıklı olarak şu yollarla sermaye ihracı yaparlar: Kredi vererek veya tahvil ve hisse senedi alarak.
Krediyle başlayalım. Yabancı bankalar, Türk sanayici, tüccar ve bankalara krediler vererek verdikleri kredilerin faizleriyle büyük miktarda gelir elde etmektedirler. Türkiye’de “özel sektörün” yabancı bankalara borcu Haziran ayı itibariyle 278 milyar dolar düzeyinde. Bunun 100 milyar doları bankalara ait. Bankalar aldıkları bu krediyi yurtiçinde TL cinsinden borç vermek için kullanıyorlar. Özetle, Türkiye burjuvazisi aldığı krediyi değişmeyen ve değişen sermaye yatırımında kullanarak (yani üretim sürecine sokup artı-değer sömürüsüyle değerini artırarak) büyümeye çalışıyor. Bunun karşılığında artı-değerin bir kısmını yabancı bankalara faiz biçiminde ödemeye razı oluyorlar. Yabancı bankalar da Türkiyeli işçileri bu dolaylı yoldan, varlıklarını işçilere hissettirmeden sömürmüş oluyorlar.
Uluslararası finans tekellerinin diğer bir sermaye ihracı yolu da devlet tahvilleri alımıdır. Tahvil, ödünç para edinmek amacıyla çıkarılan borçlanma senedidir. Devlet tahvilleri hazinenin kısa vadeli nakit ihtiyacını karşılamak için çıkarılır. Devlet tahvili alan bir kişi en az bir yıl süreyle devlete ödünç para verir. Tahvil vadesinin dolmasıyla birlikte devlete verilen borç, faiziyle birlikte geri alınır. Tahvil alımı 2013'te 900 milyon dolara düştü, bu rakam 2012'de 6 milyardı. T.C. devleti aldığı bu borcu faizle geri ödemek durumunda. Bunu da vergileri artırarak, kamu harcamalarını kısarak yapacak.
Hisse senedi alımı da yabancı sermayenin sıkça başvurduğu bir sermaye ihracı biçimidir. Hisse senetleri, anonim şirketlerin piyasadaki iş hacimlerini büyütmek için çıkardıkları ortaklık belgeleridir. Anonim bir şirkete ait hisse senedini elinde bulunduran kişi, sahip olduğu hisse oranında kâr ve zarara ortaklık eder. Hisse sahibi, toplam hisse yüzdesinin yeterli bir kesimini elinde bulunduruyorsa şirket yönetiminde yer alır. Türkiye'deki hisse senetlerinin yüzde 62.60’ına yabancılar sahip durumda. 2 bin 302 yabancı fon, 92.3 milyar liralık hisse senedine sahip.
İşte "sıcak para" diye özetlenen bu sermaye ihracı yukarıda sözünü ettiğimiz "cari açığın" yıkıcı etkilerinden (üretimi sürdürebilmek için, değişmeyen sermayesini muhafaza etmek ve yenileyebilmek için ithalata ihtiyaç duyan bu ülkenin para biriminin - TL'nin - pula dönüşmesi tehlikesinden) "koruyor". Yani ülkeden çıkan dolar miktarı, ülkeyi sömürmek için gelen "sıcak parayla" dengeleniyor. 2003 ile 2013 arası 11 yılda Türkiye toplam 399.3 milyar dolarlık cari açık verdi. Buna karşılık aynı dönemde yurtdışından finans ve sermaye hesabı altında gelen dış kaynak miktarı 482.9 milyar dolar oldu. Bu da toplam açığın 83.6 milyar dolar daha üstünde. Böylece TL yapay bir biçimde "değerli" tutuluyor. Ama bu "sıcak para"nın burjuvaziye işçi sınıfını sömürerek elde ettikleri artı değerin bir kısmını faiz olarak uluslararası finans tekelleriyle paylaşmak dışında bir başka büyük bedeli oluyor: bu bedel bir saatli bomba üzerinde oturmak. Çünkü bu "sıcak paraya" pek güven olmaz. "Sıcak para" bir ülkede sadece görece karlı bir ortam olduğu sürece vardır. Daha karlı bir yer bulduğunda gider. "Sıcak para"nın tarihi hem sahipleri için yarattığı muazzam karlarla, hem de gittikleri ülkelerde neden oldukları krizlerle doludur.
Türkiye burjuvazisi de, TC devleti de bunu çok iyi biliyor. ABD Merkez Bankası'nın politikaları bu yüzden böylesine korkuyla izleniyor. (Ağustos 2013'te ABD Merkez Bankası'nın para basım işini azaltacağını açıklamasıyla yaşanan panik ve TL'nin değer kaybedişini hatırlayın.) ABD Merkez Bankası, ABD kapitalizminin girdiği aşırı üretim krizi sonrasında üretimi artırmak için faizleri sıfıra indirdi (yani para bastı, sonra bu bastığı paraları devlet tahvili alarak bankalara aktarmış oldu ve piyasada çok para olunca faizler de düşmüş oldu). Böylece kredi alımı kolaylaşacak, bu da üretimi artıracaktı. Basılan para sanayiye değil, tıpkı 2008 krizi öncesi olduğu gibi spekülasyona gitti, yeni bir enflasyon tehlikesi belirdi ve bu yüzden ABD Merkez Bankası para basımını düşürmek zorunda kaldı. Bu durum ABD'deki faiz oranlarını yükseltecektir. Bu durumda uluslararası finans kuruluşları "riskli" ülke olarak gördükleri Türkiye gibi "gelişmekte olan" ülke piyasalarında alacağı %8-9'luk faizi ABD piyasası gibi daha düşük faiz getiren ama daha güvenli ülkelere götürmeyi tercih edebilir ve bu da Türkiye'nin de dahil olduğu "gelişmekte olan" ülkelerden muazzam miktarlarda dolar çıkışına yol açabilir. Dolar Türkiye'den kaçınca TL'nin değeri düşer ve bu düşüş dolar borçlusu, hammaddesini ve makinesini dolarla satın alan Türkiye burjuvazisini vurur. İşte Türkiye'de burjuvazinin üzerinde oturduğu saatli bomba budur.
Nitekim son dönemde "sıcak para" girişinde önemli düşüşler oldu. Nisan 2013’te son 12 ayın toplam sıcak para girişi 57.5 milyar dolar düzeyindeydi. Bu miktar Mayıs 2013’ten başlayarak 12 ay boyunca sürekli ve hızlı bir biçimde düştü. Artık açık “Nereden Geldiği Belli Olmayan Döviz” ile kapatılabiliyor. Yılın ilk 7 ayında açık 26.7 milyar dolar. Sermaye hareketiyle ekonomiye net döviz girişi 20.0 milyar dolar. "Nereden geldiği belli olmayan" 8.2 milyar dolar sayesinde açık kapatıldı. Geçerken yıl sonunda 40 milyar doları aşması beklen şu "nereden geldiği belli olmayan" olmayan döviz girişinin adını koyalım: bu para Katar ve diğer Körfez ülkelerinden akıyor.
Bu ne kadar devam eder?
Gelecek bir yılda 260 milyar dolar kadar dış kaynak ihtiyacı var. Demek ki her ay ortalama 20 milyar dolarlık giriş olması gerekiyor ki bu "denge" sağlansın.
Yukarıda Türkiye kapitalizminin belli gelişim özelliklerini anlatmaya çalıştık. Hem kendi sınai gelişiminin hem de dışarıyla olan ilişkisinin Türkiye burjuvazisi için işçi sömürüsü dışında hiçbir çıkar yol bırakmadığını, burjuvazinin saldırganlaşmak zorunda olduğunu görüyoruz. Herhangi bir reform için en ufak bir esneme payı yoktur.
Engels'in deyişiyle "ekonomik zorunlulukların sonucu olarak siyasi eylemler de" bu saldırganlığı yansıtmak durumundadır. Oportünistlerin, reformistlerin ulusal sorunda olsun, diğer burjuva partilere kuyrukçuluk yapmak konusunda olsun bazen olayların kendi gelişimiyle bile teşhir olmasının iktisadi temeli budur. Tabii bu durum onlarla daha acımasızca mücadele edilmesi için bir fırsattır da.