28 Ağustos 2015 Cuma

Asya ve Afrika’da Kapitalizmin Gelişimi Sürüyor

İngiltere’de çıkan World Finance dergisinin Temmuz-Ağustos sayısında yayınlanan, Aaron Fronda imzalı, Connecting the Unbanked Masses (Bankasız Kitleleri Birleştirmek) başlıklı yazıdan alıntılayalım:

“Ne yazık ki, Avrupa’da gerçekleşen devrim dünyanın belli bölgelerine henüz ulaşmadı; iki milyardan fazla insanın banka hesabı yok. Bankasızların yarısından fazlası Güney Asya, Doğu Asya ve Pasifik bölgesinde yaşıyor. (...) Afganistan, Bangladeş, Bhutan, Hindistan, Maldivler, Pakistan ve Sri Lanka’da banka hesabı olmayan kabaca 625 milyon insan var; bu da nüfuslarının yalnızca %46’sının hesap sahibi olduğunu gösteriyor.”

Aynı yazı sona doğru iyimser bir havaya bürünüyor:

“Ama özellikle Çin ve Hindistan olmak üzere dünyadaki pek çok ülkede olumlu gelişmeler oluyor. Gerek Çin’de, gerek Hindistan’da son yıllarda banka hesabı olan kişi sayısında artış var. Dünya Bankası verilerine göre, Çin tüm vatandaşları arasında banka hesabına sahip olanların oranını yüzde 64’ten yüzde 79’a, Hindistan ise %35’ten %53’e çıkardı.

Bu yüzdeyi mutlak rakamlara çevirirsek Çin’de 180 milyon, Hindistan’da ise 175 milyon yetişkinin yeni banka hesabına sahip olduğunu görüyoruz. Demek ki, son yıllarda dünyada banka hesabına yeni sahip olan 700 milyon kişinin yaklaşık yarısı Çin ve Hindistan’dan.”

Aynı konu IMF’nin çıkardığı Finance and Development dergisinin Haziran 2015 sayısında da ele alınmış:

“2011-2014 yılları arasında dünyada banka hesabı sahip olan yetişkinlerin tüm yetişkinlere oranı %51’den %62’ye yükseldi.”

(Dergiye aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz):


Bu gelişmeler ne anlama gelmektedir?

Paraları sermaye olmayan milyonların dağınık halde duran paraları belirli merkezlerde toplanarak sermaye haline geliyor, kapitalist olmayanların paraları kapitalistlere, bankalara yani borç verilen sermaye sahiplerinin elinde toplanıyor, Marx’ın anlatımıyla para sermaye olarak yabancılaşıyor.  

Bankalar bu sermayeyi üstünde oturmak için toplamıyor tabii. Bu sermaye onlar için bir meta. Nedir bu metanın kullanım değeri? Artı-değer üretimi yapabilen sanayi sermayesi olabilme potansiyelidir. Bankalar sattıkları bu para metası karşılığında faiz elde eder. İşte bu yüzden toplanan bu banka sermayesinin önemli bir kısmı yeni yatırımlarda kullanılmak üzere sanayi ve büyük ölçekli tarım işletmelerine verilecektir.

Para sermaye kapitalist sanayiye ve tarıma aktarılacağına, sanayide ve tarımda yatırım yapma imkanına sahip olan işletmeler bankalardan alacakları hazır kredi sayesinde sermayelerinin yatırım için yeterli düzeye gelmesini beklemeden yeni işler kuracaklarına ya da varolan işlerini genişleteceklerine göre bu kredi imkanını kullanamayan küçük üretici karşısında önemli bir rekabet gücü kazanacak, bu küçük üretici kitlesinin batmasına, kapitalist gelişim hızının artmasına yol açacak demektir.  

Bu da daha fazla köylünün, küçük üreticinin, küçük tüccarın üretim aracından kopacağını, ellerinde kendi emek güçlerinden başka satacak bir şeyleri kalmayacağını yani proleterleşeceğini, yoksulluğa ve sefalete düşeceğini gösterir.

Böylece son yıllarda bankacıların eline geçen 700 milyon kişinin parası küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştiren ve ücretli işçilerin sömürüsünü şiddetlendiren krediler biçimine bürünecektir.

Görüldüğü gibi, nüfusun çoğunluğunun banka hesabı sahibi olduğu Avrupa, ABD ve Japonya’da çoktan geride bırakılmış bu süreç Çin ve Hindistan başta olmak üzere Asya ve Afrika ülkelerinde hala gelişme halindedir.

“Kapitalizm doğal gelişimini tamamladı, her an kendiliğinden çökebilir” diyenler kapitalizm bu tür gelişmekte olan ülkelerde önemli bir gelişme potansiyeli taşıdığını gözden kaçırmaktadırlar.

Bu gelişme potansiyeli sadece kredi alanıyla sınırlı kalmaz. “İş gücü rezervi” açısından baktığımızda da bu ülkeler daha büyük potansiyele sahiptir. Örneğin Dünya Bankası verilerine göre, Afrika’da 694 milyon kişi köylerde yaşamaktadır. Bu rakam Hindistan’da 857 milyon, Çin’de 621 milyondur.

Bu açıdan bakıldığında Avrupa, ABD ve Japonya’nın ne böyle bir rezervi ne de ekonomilerinde iş gücü potansiyelini emebilecek emek-yoğun bir sermaye yapıları vardır.

Kapitalizmin büyük gelişme potansiyeli taşıdığı bu ülkeler büyük devrimci hareketlere de gebedir. Çünkü kapitalizmin gelişimi her şeyin uyum içinde geliştiği, sakin bir süreç değil, sınıf karşıtlıklarının netleştiği, mücadelenin kızıştığı, sınıf bilincinin güçlendiği bir süreçtir.

27 Ağustos 2015 Perşembe

Memur Sendikaları Ne İş Yapar?

Milyonları ilgilendiren bir sözleşme yapılacak. 3 milyon kamu görevlisi ile 2 milyonu bulan memur emeklisi ve ailelerinin önümüzdeki iki yılda hangi koşullarda yaşayacağına karar verilecek.  

Kararı kim veriyor?

Masaya bakıyoruz, bir uçta görev yaptığı sürede en çok iş cinayetinin yaşandığı Çalışma Bakanı Faruk Çelik. Diğer tarafta muhtelif renkten sendika bürokratları.
Görüşmeler 20 gün sürdü. Ne konuşuldu, neler pazarlık edildi, bilen yok.

Verdikleri karar:

2016 yılı için yüzde 6+5, 2017 yılı için yüzde 3+4 oranında zam. Yani  iki yılda alacağı toplam zam yüzde 19,2.

Böyle bir “kadro”dan, böyle bir “müzakere” yönteminden başka ne çıkar ki zaten? Olacağı bu, üç kuruşluk eşeğin beş kuruşluk sıpası olur.

Rezaletin boyutlarını görelim:

2013 yılı Ocak ayı. Memur maaşları 1020 dolara tekabül ediyor.

2015 yılı Ağustos ayı. Memur maaşları 748 dolara düşmüş.

Maaşların %27’si buharlaşmış.

Bugün kabul edilen zam yüzde kaçtı? Yüzde 19.2.

Yani, gelecek iki yıl için teklif edilen zam geçmişin iki yılını bile telafi etmiyor.

İşte “sendikaların” hakem kuruluna bile götürmeden kabul ettikleri “teklif” bu.

1960’lı yılların başında Hikmet Kıvılcımlı şöyle yazmıştı: “Türkiye'de yüzyıllardan beri Sendika denilen modern medeniyetin bir numaralı temel ihtiyacı yalnız çalışan yığınlarımız için ismi var cismi yok bir Hüma kuşudur.”

Birkaç istisna dışında bu durumun devam ettiğini söyleyebilriz.









25 Ağustos 2015 Salı

Politik Ekonomi Ders Kitabına Bir Güncelleme



Faiz oranlarındaki düşüş eğilimi kar oranlarındaki düşüş eğilimini yansıtıyor.

Güncel verileri aşağıdaki alıntının ışığında değerlendirmeye çalışalım:

"Ortalama kârın hangi oranda işveren kazancına ve faize bölündüğü, borç sermayesine olan arz ve talep arasındaki ilişkiye ve sermaye pazarındaki duruma bağlıdır. Para-sermayeye talep ne denli yüksekse, faiz oranı da aynı sair koşullarda o denli yüksektir. Faiz oranı, faiz miktarının borç alınan para sermayeye oranıdır. Genel olarak faiz oranının en üst sınırı, faiz kârın bir bölümü olduğundan, ortalama kâr oranıdır. Kural olarak, faiz oranı, ortalama kâr oranından daha düşüktür.

Kapitalizmin gelişmesiyle, faiz oranı düşme eğilimi gösterir. İki neden bu eğilimi doğurur: birincisi, ortalama kâr oranı, faiz oranının en yüksek yalpalama sınırı olduğundan, kâr oranının düşme eğilimi yasası etkime gösterir; ikincisi, kapitalizmin gelişmesiyle, borç verilen sermayenin toplam kütlesi, buna olan talepten daha hızlı bir büyüme gösterir." (Politik-Ekonomi Ders Kitabı)

Aşağıdaki grafik 1986-2014 yılları arasındaki faiz oranlarını (sarı çizgi), tahvilden elde edilen geliri (kırmızı çizgi) ve küresel borç oranlarını (mavi çizgi) göstermektedir.

Faiz oranlarındaki düşüş hemen dikkat çekiyor. Bu düşüş kar oranlarındaki düşüşü yansıtıyor. Ayrıca borç verilen sermayenin toplam kütlesi, buna olan talepten daha hızlı bir büyüme gösterdiği için faizler düşüyor.





24 Ağustos 2015 Pazartesi

Madem Her Şey İyiye Gidiyor, Neden Silahlanıyorsunuz?

Bir profesör (Nurhan Yentürk) ilginç bir çalışma yayınladı. 2006-2014 dönemindeki "iç güvenlik" harcamalarıyla ilgili bir çalışma.

Çarpıcı rakamları aktaralım:

"2014 yılında “geniş kapsamlı iç güvenlik harcaması” toplamda yaklaşık 34 milyar TL olarak hesaplanıyor. Bu harcamaların yarıya yakını (yüzde 48,5) Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından yapılıyor. Sonraki iki büyük pay yüzde 18'in üzerinde ve Jandarma ile İçişleri Bakanlığı'na ait. Bu 3 kurum  harcamaların yüzde 82'sini gerçekleştiriyor. Takip eden kalemler yüzde 4,8 ile yüzde 1,2 arasında değişen paylara sahipler. MİT'in payı yüzde 3, örtülü ödeneğin ise yüzde 2,1."

İlginç bir nokta da, "iç güvenlik" harcamalarındaki artışın ekonominin büyüme hızından fazla olması:

"2006 yılında iç güvenlik harcamaları GSYH'nın yüzde 1,3'ünü oluşturuyordu. 2014'te bu pay yüzde 1,9'a yükselmiş. GSYH payı itibarıyla  iç güvenlik harcamaları yüzde 45 artmış."

Ekonomi yüzde 30 büyümüş ama "iç güvenlik" harcamaları %85 oranında artmış.

Yüksek harcama artışlarının da büyük ölçüde personel sayısındaki artıştan kaynaklanıyor.

Neler oluyor beyler? Bir huzursuzluk mu var yoksa? Hani Türkiye büyüyor, güçleniyordu?

Burjuva politikacılar - özellikle de iktidarda olanlar - ülkenin ekonomisinin büyümesiyle övünmüşlerdir. Onlara göre, ekonomi büyüyünce işler yolunda gider, işsizlere iş bulunur, ülke zenginleşir.

Son on yılda Türkiye ekonomisi - son birkaç yıldır teklese de - fena büyümedi hani.

O halde bu paniğin sebebi nedir beyler? Neden "iç güvenlik" için harcadığınız para ekonominin büyüme hızından da hızlı artıyor?

Sorunun yanıtı, Türkiye'nin içinde bulunduğu kapitalist sistemin sermaye birikim yasasındadır. Sermaye birikimi toplumunun bir kutbunda muazzam zenginliklerin yoğunlaşmasına ve sömürücü sınıfların lüks ve asalaklığının, israf ve aylaklığının artmasına yol açar; toplumun diğer kutbunda proletaryanın sömürülmesi daha da keskinleşir ve emekleriyle tüm zenginlikleri yaratanların işsizliği ve sefaleti artar.

Örneğin kapitalist Türkiye'de bir tarafta yılın ilk 7 ayında 50 bin adet lüks otomobil satılırken, bu dönemde toplam otomobil pazarı yüzde 43 büyürken, lüks otomobillerin artış hızı 47'yi bulurken diğer tarafta (resmi rakamlara göre) nüfusun yüzde 20’lik en düşük gelir grubundaki 4 milyon 275 bin hanede aylık tüketim harcaması en çok 1.282 liradır.

Bu durum, sadece Türkiye'ye özgü değildir; tersine kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır.

Bu yasanın sonuçları Türkiye burjuvazisini korkutmaktadır, "iç güvenlik" (burjuvazinin güvenliği de diyebiliriz) yasasının gerçek nedeni de budur.

Doların Yükselişinden En Çok İşçi Sınıfı Zarar Görüyor

Dolar yükseldikçe sessiz bir devalüasyon yaşıyoruz. Her devalüasyon gibi bundan en çok işçi sınıfı ve emekçi kitleler zarar görüyor.

Hemen her şeyin fiyatı dövize bağlı. Sanayide ürün maliyetleri içindeki %8-50 arasında değişen enerji maliyeti hemen hemen tamamı enerji dışarıdan alındığı için dolara endeksli. Makine ve aramallar gibi üretim girdilerinin önemli bir kısmı da dışarıdan dolarla alınıyor.

Meta (mal) ve insan dolaşımının en önemli maliyeti olan akaryakıt fiyatları da doğrudan dolara bağlı.

İthal tarım ve havancılık girdileri de dolara endeksli.

Ve iki yıl önce 1 lira 40 kuruş olan dolar 3 liraya dayandı. Yukarıda anlattığımız nedenlerden ötürü dolar artınca artınca buğdayın, unun, etin, yumurtanın, domatesin fiyatı artıyor. (Örneğin, iki yılda dana eti fiyatı yüzde 50, koyun eti yüzde 20 yükseldi)

Dolar 1.40 lirayken 100 liraya 71 dolarlık mal alınabiliyordu. Dolar 3 liraya çıktığında 100 liraya ancak 33 dolarlık mal alınabiliyor.

Temel ihtiyaç mallarının fiyatlarının böylesine artması neden en çok işçi sınıfını ve emekçi kitleleri vuruyor?

Diyelim ki etin kilosu 12.5 liradan 25 liraya çıktı. Bir kilo et günde 33 lira kazanan (net asgari ücreti 994 lira olarak hesaplarsak) bir işçinin günlük kazancını neredeyse toptan götürür. Ama günde 3300 lira kar eden (bugünkü burjuva standartlarına göre mütevazi bir kar) bir patronun kazancının sadece yaklaşık yüzde birini götürür. Yaratılan pahalılık, kuru burjuva iktisadına göre herkes için “eşit”tir; ama hayata uygulanınca gerçekte bu pahalılık işçiye işverenin 100 katı kadar  aşırı fedakarlık yükler.  

İşte burjuvazi Türkiye'nin devalüasyonlu tarihi boyunca tüm fedakarlıkları şu şekilde işçi sınıfının sırtına yüklemiştir.

1946 devalüasyonunda dolar 1.32 TL’den 2.83’e, 1958 devalüasyonunda 2.83 TL’den 9.02 TL’ye, 1970'te 9.00 TL’den 15.00 TL’ye, 1972'de "karaoğlan" Ecevit'in IMF'yle yaptığı anlaşma sonrasında dolar 19 TL’den 25 TL’ye, 24 Ocak kararları ile 47.10 TL’den 71.70 TL’ye, 1999 devalüasyonunda ve bugün, bütün bu devalüasyonlar, daima kitlelere yönelik sessiz bir saldırıdır.

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Patronların Ortalama Eğitimi Sekizinci Sınıf Düzeyinde

"Paranın gücü ne kadar büyükse, benim gücüm de o kadar büyüktür. Paranın nitelikleri...benim niteliklerimdir. ...diyelim ki kafasızım ama para akıllı insanları satın alabilir ve akıllı adamlar üzerinde egemenlik sahibi olan kişi akıllı adamlardan daha fazla akla sahip değil midir?... Öyleyse benim param tüm yeteneksizliklerimi karşıtına dönüştürmüyor mu" (Marx, 1844 Elyazmaları)

Ellerinde her türlü imkan olmasına rağmen patronların ortalama eğitimi sekizinci sınıf düzeyinde.

2013 verilerine göre işverenlerin yüzde 34.82’si en fazla ilkokul diplomasına sahip.

8 yıllık ilköğretim veya ortaokul mezunu işverenlerin oranı yüzde 15.72.

Lise diplomasına sahip işverenler, toplam işverenlerin yüzde 26.03’ünü oluşturuyor.

2 yıllık yüksek okul ve lisans bölümü mezunu olan patronların oranı yüzde 23.43 düzeyinde.

Yüksek öğrenimli 277 bin işverene karşılık 398 bin ilkokul mezunu patron var. Bunlara okuma yazma bilmeyenler ve ilkokul mezunu olmayan ama okuma yazma bilmeyenleri de eklersek sayı 412 bine yaklaşıyor.

Patronlar bu "eksikliklerini" paranın, sermayenin gücü sayesinde kapatıyorlar. En akıllı kişileri emek güçlerini, hem kendi işlerinde hem de devlet kademesinde kullanmak üzere satın alıyorlar.



12 Ağustos 2015 Çarşamba

Burjuva İstatistikçilerinin İşsizliği Saklama Çabaları













Bildiğimiz gibi Türkiye İstatistik Kurumu işsizlik verilerini açıklarken son bir aydır iş aramayanları "işgücüne katılımın dışında" kabul ederek işsiz saymıyor. Bunları işsiz saymayarak işsizlik oranını düşük gösteriyor. Örneğin, 11 milyon mutfak kölesi kadın (halk arasında "ev hanımı" denir) bu yöntemle işsiz sayılmıyor. Halbuki bal gibi işsizler.

Az önce bir ekonomi kanalında, "Finans Kafe" (ne demekse?) adlı programda şunlar söylendi:

"Sayısı 3 milyonu aşan işsizlerin %29’u iş piyasasını terk ediyor" (Cnbc-e’de ‘Finans Cafe’ programından) (12.08.2015)

Yani 3 milyonun yaklaşık bir milyonu umutsuzluktan iş aramayı bırakıyor.

Bu ne demek? Bu bir milyon işsiz iş aramayı bıraktığı zaman devletin gözünde işsiz sayılmayacaklar!

Ama bu hileye rağmen, resmi istatistiklerde işsiz sayısı yıllardır 3 milyonun altına düşmüyor. Neden?

Çünkü her yıl sayısı 19 milyon olan 0 - 14 yaş grubu çocuktan en az 1 milyonu sayısı 13 milyon olan 15 - 24 yaş arası yaş grubu gençler arasına dahil oluyor, başka deyişle Türkiye'de her yıl bir milyon kişi 15 yaşına girerek "iş piyasasına" dahil oluyorlar.

Bu sorun uluslararası finans kapitalin ülkeye muazzam miktarlarda sermaye ihracı yaptığı ("sıcak para akışı"nın olduğu) ve bunun sonucunda hem fabrikatörler hem de tüketiciler için ucuz kredi bulmak imkanına sahip olan Türkiye kapitalizminin yılda ortalama yüzde 6.8 büyüdüğü 2002-2007 arasında kendisini yakıcı bir biçimde hissettirmiyordu.

Ama Türkiye burjuvazisinin sıcak parayla dansının sona erdiği son dört yılın ortalama büyüme oranı yüzde 3 civarında. Bu büyüme oranıyla işgücünü satışa çıkaran (yeni "hayata atılan") milyonların eskisinden çok daha fazla işsizlik belasına batacağına kuşku yok. Ayrıca, henüz aşırı üretim krizine girilmedi bile! Muhtemelen doların fırlamasıyla doğacak bir borç kriziyle tetiklenecek olan aşırı üretim krizi "büyümeyi" eksili hanelere taşıdığında Türkiye'de toplumsal patlamaların kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye'de kapitalizmin kitlelere ve özellikle de gençlere vereceği hiçbir şey yok. İstediğiniz kadar rakamlarla oynayın!


11 Ağustos 2015 Salı

Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmişlik Düzeyi Üzerine Kısa Not

Türkiye İstatistik Enstitüsü düzenli aralıklarla önemli veriler yayınlıyor.

“Hanelerin” tüketim harcamalarıyla ilgili göstergeler de Türkiye’de kapitalizmin geldiği düzeyi göstermesi açısından değerliler.

2002 yılında, toplam tüketimde hanelerin kendi üretimlerine dayalı tüketimlerinin payı 7.7 oranındaydı. Başka deyişle 2002’de ülkede yapılan tüketimin yüzde 93.3’ü meta dolaşımına giren ürünlerden oluşuyordu. Bugün bu pay yüzde 96.4’e çıkmış. Yani ülkede tüketilen ürünlerin ancak yüzde %3.6’sı geçimlik üretimden kaynaklanıyor.

Bu durum, meta üretiminin Türkiye’ye yüzde yüze yakın oranda hakim olduğunu, insanların kendilerine ait üretim araçlarından koptuğunu, satabilecekleri ellerinde kalan tek metanın işgüçleri olduğunu, üretim araçlarının da az sayıda sermaye sahibinin elinde toplandığını göstermektedir.


9 Ağustos 2015 Pazar

Türkmenistan Toplumsal Ayaklanmaların Eşiğinde

(Aşağıdaki yazı Raboçiy Put dergisinde çıkan, Türkmen komünistlerin yazdığı bir makalenin özetidir. Makalenin orijinalinin (Rusça) çıktısını alıp çevremizdeki Türkmenistanlı işçilere dağıtmak faydalı olacaktır: http://tinyurl.com/puqdedo)

"Tüm eski Sovyet cumhuriyetlerinde yaşam bir avuç parazit için her gün daha güzelleşirken sömürülen kitleler için her gün daha çekilmez bir hal alıyor.

Türkmenistan da bu duruma bir istisna değil. Ülke kaçınılmaz olarak toplumsal ayaklanmalara gebe. Ama işçi sınıfı sıınıf bilincine sahip değil, biz komünistler de yeterli ideolojik ve örgütsel çalışma yapamadık.

Yani bu ayaklanmalar işçi sınıfının iktidarı alıp üretim araçlarını toplumsallaşmasıyla sonuçlanmayacak. İşçiler bunu istemediği için ya da bunu yapmak onların temel çıkarlarına aykırı olacağı için değil, ne yapacaklarını bilmedikleri için.

Evet, polis ve istihbarat servisleri işimizi zorlaştırıyor, burjuva masalları işçilerin bilincini bulandırıyor ve biz komünistler yeterli olgunluğa ulaşamadık. Ama bütün bunların üstesinden gelmek mümkün çünkü egemenlerin hiçbir çıkış yolu yok.

"Altın çağ", "yeniden doğuş" diye adlandırılan bu dönemin haberlerine kısaca göz atalım, bakalım herhangi bir "altın çağ"dan söz etmek mümkün mü?

1) Türkmenistan ordusunu güçlendirme çabasında.

2) Afgan milletvekili: Kendimizi tehdit altında hissediyoruz.

3) Türkmenistan sınırında savaş uçakları devriye geziyor

4) Türkmenistan Afgan sınırındaki birliklerini güçlendiriyor.

5) Afgan-Türkmen sınırında Malçak halkı kendini güvensiz hissediyor.

6) Halmurad Soyunov: Türkmen askerinde savaşma ruhu kalmamış.

7) Aşkabad'ın bir ilçesinde polis zorla evlere girerek klimaları söktü.

8) Uluslararası Af Örgütü Çoganlı bölgesi halkının zorla göç ettirilmesini protesto etti.

9) Türkmenistan'da maaş ödemelerinde gecikmeler oldu.

10) Türkmenistan halkının yarısı içme suyuna erişemiyor.

Taraflı basının haberlerinden bile hem Türkmenistan'ın içinde hem de sınır bölgelerinde durumun gergin olduğunu anlamak mümkün.

Ama basına çıkmayan ve ağızdan ağıza yayılan pek çok haber var. Örneğin, öğretmenlere çalışmadıkları hafta sonları için maaş verilmeyecek olması gibi.

Devlet işletmelerinin karlarına neler oluyor, kimin cebine gidiyor, bunu değil öğrenmek, soruşturmak bile mümkün değil.

Türkmen halkı hükümetten nefret ediyor. Birkaç işadamı dışında. Zaten onlar ortalığı karıştırıp da bir "turuncu devrim" yapsalar - ki "başarılı" olursa halkın çıkarlarına tamamen aykırı olan bir başka düzen getirmekten başka bir sonuç vermeyecektir, ülke parçalanabilir ve bu durum işlerine gelmeyebilir.

İlkçağa döndük. Öyle bir bayrak düşünün ki yarım ay ve beş yıldız, bunlar beş ana boyun (Akhal, Teke, Sarıkaya, Yomud, Ersarı) ittifakıymış! Ama gerçek hataya dönersek, hükümet ulusal farklılıkları kışkırtmak, halkları birbirine düşürmek için elinden geleni yapıyor. Özbeklerin kültürlerini, dillerini, geleneklerini yasaklıyor.

Eğer komünistler ve sınıf bilinçli işçiler kitleler içinde ajistasyonu artırabilir, güncel ve tarihsel siyasi olayları sınıfsal bakış açısından açıklayabilirse, Türkmenistan'ın örgütlü işçi sınıfı büyük bir güç haline gelir. Türkmenistan işçi sınıfı Marksizm-Leninizmin rehberliği altında kendi Komünist Partisi'ni yaratabilir, Rusya ve diğer eski Sovyet Cumhuriyetlerinin işçi sınıfıyla işbirliği halinde bu çürük düzene son verebilir.

Başka şansı da yok. Yoksa, emperyalist gericilik en vahşi biçiminde, dinsel faşizm biçiminde ülkeyi eline geçirir ve sakallı haydutlar Türkmenistan halkını köleleştirir. Zengin kesim, böyle bir durumda özel uçaklarına atlayıp kaçabilir ama yoksul halka ne olacak?

İşimiz zor ama başarabiliriz. Tarihsel gerçekler, insanlık tarihinin en devrimci sınıfı olan işçi sınıfının gerçekleri bizden yana. Sadece işçi sınıfı tüm sömürü ve baskıyı yeryüzünden silebilir."

Arslan, Azat, Murad, Gurban, Polat

Bir Perestroyka Savunucusunun İtirafları

Aşağıda Sovyetler Birliği’nde (ve daha sonra Rusya Federasyonu’nda) bürokratlık yapmış (1986-1990 yılları arasında dışişleri bakan yardımcısı, 1993-1994 yılları arasında Rusya  dışişleri bakan yardımcısı olan Anatoli Adamişin’in Russian Global Affairs dergisine yazdığı “Soylu İdealizm: Son Kertede Perestroyka kazandı” başlıklı yazısından bazı ilginç alıntılar okuyabilirsiniz.

Yazının savunduğu anafikir hiç “ilginç” değil, tersine son derece sıradan bir burjuva görüşü savunuluyor: “Gorbaçov’u anlayalım, Perestroyka olmak zorundaydı, başka çare yoktu”.  

Ama yazar bu “görüş”ü temellendirirken ağzından bazı laflar kaçırmış. Aşağıdaki alıntının ilk iki paragrafında revizyonistlerin baltalaması sonucunda Sovyet ekonomisinin 1980’lerde geldiği berbat durum birinci ağızdan anlatıldıktan sonra ilginç itiraflarda bulunuyor:

1) ABD yönetimi, Sovyetler Birliği’ndeki kötü ekonomik durumdan endişeye kapılıyor. Endişeye kapılmasının nedeni Sovyetler Birliği içinde ülkeyi yeniden sosyalizm yoluna döndürecek devrimci bir çıkış korkusu.

2) SSCB Komünist Partisi içinde orta düzey bazı parti üyeleri “yeni bir Stalin’in ortaya çıkmasını ve işleri toparlamasını” umuyorlar.

Perestroyka politikasını uygulayanlar da ülkenin kötü ekonomik durumundan yararlanarak ve “özgürlük” getirme demagojisi altında, aslında ülkenin devrimci bir çıkışla tekrar sosyalizm yönüne girme ihtimalini, ortaya yeniden bir Stalin ortaya çıkma ihtimalinin önünü tıkamış oluyorlar.
“Aralık 1983'te, ekonomik meselelerle ilgili bir konferansta Yuri Andropov'un konuşmasını hazırlayanlar arasında olduğum bir sırada, şu notu paylaştım: "Planların kötü bir şekilde ayarlanmasının sonucunda, bazı alanlardaki endüstriyel kapasitelerin yüzde yüzde ila otuz kadarı boşa harcanıyor. Hem ulusal hem de yabancı üretime yönelik bir milyar ruble değerindeki ekipman da toz tutmuş durumda bekliyor. Toplamda 200 milyar ruble nakit, Sherbank'ın mevduat hesaplarında duruyor. Bunun dörtte üçü dolaşımda; başka 60 milyarlık kısmı da, insanların elinde duruyor. Aynı zamanda perakende hedefleri de tüm cumhuriyetlerde yerine getirilmiş değil. Mevcut mallara yönelik bir talep yok. Dolaşımdaki nakit para miktarı ise sürekli artıyor. Muazzam miktarda bir para kullanılmıyor. Yeraltı milyonerleri, dış ticaret örgütlerindeki boşlukları kolluyor; yabancı bankalarda isimsiz hesaplar açıyor; gizli işlemler gerçekleştiriyor ve ulusal para birimini çok düşük bir orandan değiştirmek üzere ülke dışına yüksek miktarda ruble çıkarıyor. En kötüsü de kendi geleceğimizi "yedik"!


1990’lı yıllarda üretim oranları yüzde bir gibi bir rakama gerilemişti, çünkü uzun bir süre boyunca yukarı doğru bir gidişatı güvence altına alması gereken temel endüstrilere (makine imalatı, metalürji, demir yollan ve makine yedek parça mühendisliği) herhangi bir yatırım yapılmamıştı . Peki insanların parası nereye gitti? Başlıca harcama kalemleri, savunma, tarım, konut inşaatı ve diğer ülkelere (Vietnam, Moğolistan ve Küba) yardım. Gerçek gelirler, artan enflasyon sebebiyle küçülüyor. 1965 yılından beri para basımını sürekli olarak hızlandırdık."

...Riskli siyasi gelişmelerin olasılığı. Perestroyka'nın arifesinde, içten içe kaynayan hoşnutsuzluk, Sovyet toplumunun her bir yerinde hissedebiliyordu. “Hayat bu şekilde devam edemez" şeklindeki hissiyat, giderek yaygın hale geliyordu. Amerikalı köşe yazarı Flora Lewis - ki kendisi Sovyet Rusya uzmanıdır - o dönemde şöyle yazmıştı: "Bizi endişelendirmesi gereken şey, Sovyetler Birliği'nin bu şekilde devam edeceği ve yönetilenlerin taleplerine kulak tıkayacağı değildir. Aslolan mesele, bu toplumun, 1917 yılında çarlık tiranlığına karşı devrimin tüm öfkesiyle günün birinde infilak edeceği , ancak bir öncekinden çok daha büyük bir tehdit doğuracağıdır."

Başka tür riskler de vardı. Brezhnev dönemi lider kadrosunun Stalin'in dirilmesini memnuniyetle karşılamaya hazır olması da tesadüf değildi. Kendi gözlemlerime göre, bu hissiyat, en çok orta düzey parti memurlarında görülüyordu; keza ekonomik durgunluğun en büyük etkilerini onlar hissetti. O günlerde birçoğu, "bu topyekün kargaşanın ancak yeni bir Stalin'in ortaya çıkmasıyla son bulacağı " şeklindeki bir önseziye sahipti. Terörist Stalin değil ama Çar Stalin demir yumruğuyla düzeni sağlayacaktı. Ama yanlış düşünüyorlardı. Öngörülemeyen Rusya, şu vaadiyle Mikhail Gorbaçov'u yüzeye çıkarmıştı: "Size özgürlük vereceğim." Perestroyka kritik öneme sahipti, çünkü... sosyal çalkantıları önlüyordu.”(Anatoli Adamşin, Russian Global Affairs)

7 Ağustos 2015 Cuma

Patronların Lüks Harcamaları Artıyor



Bir rapora göre Türkiye'de lüks ürün tüketiminde patlama var.

Şu anda 5,3 milyar liralık bir pazar söz konusuymuş.

Raporda ilginç bir tahmin var. Lüks ürün pazarının  "2018 yılına kadar her yıl yüzde 7'lik artışla 7 milyar liraya yükseleceği öngörülüyor".

Raporu hazırlayanlar haklı. ÜRETİM YAPANLARIN açlık sınırının altında yaşadığı, en küçük bir boş zamanın, bir eğlencenin, bir fazladan harcamanın kendilerine lüks görüldüğü, hatta varoluşlarının bile toplum için ("fazla" nüfus ve işsizlik biçiminde) lüks görüldüğü bir ülkede, hiç çalışmadan bu ürüne el koyanların giderek daha fazla lüks içinde yaşamalarında, bu kesimin gereksiz ürünleri geniş kitlelerin kendilerine gerekli ürünleri aldığından daha kolay alabilmelerinde şaşılacak bir şey yoktur.

Patron kesimi lüks harcamalarını artırsın bakalım. Onlar bu lüks harcamalarını artırdıkça bu kapitalist ucubeye yapılan makyaj da bir o kadar sırıtıyor, kitlelerin nefreti bu oranda artıyor.