23 Nisan 2016 Cumartesi

IMF’nin Türkiye Değerlendirmelerini Nasıl Değerlendirmeliyiz?

“Kredi ücretli emeğin sermaye tarafından, proletaryanın burjuvazi tarafından, küçük burjuvazinin büyük burjuvazi tarafından sömürülmesinin geleneksel tarzda devam edeceğine olan güvene dayanır. Bu yüzden, doğası ne olursa olsun, proletaryanın her siyasi hamlesi, eğer bu hamle burjuvazinin doğrudan emri altında gerçekleşmiyorsa, bu güveni sarsar, krediyi zayıflatır” (Karl Marx, Burjuvazi ve Karşı Devrim, Marx-Engels Toplu Eserler, c. 8)

Başka ABD ve Avrupa olmak üzere dev finans tekellerinin çıkarlarını tüm dünyada savunan Uluslararası Para Fonu (IMF) 22 Nisan tarihinde Türkiye’yle ilgili kapsamlı bir rapor hazırladı. İngilizce yayınlanan raporu aşağıdan indirmek mümkün:

 
Raporu özetleyerek işçi sınıfının çıkarları açısından incelemeye çalışalım.

Rapor, Türkiye ekonomisinin durumu üzerine endişeli bir tonla yazılmış. Endişenin kaynağı, Türkiye’ye verilen kredilerin sorunsuz bir biçimde geri ödenmesi konusunda duydukları korku.

Öncelikle yapılan yatırımlarla elde edilen kar arasındaki makastan söz ediliyor:

“2003’ten sonra özel sektör tasarruf oranı (kar oranı), önemli ölçüde azalmış, bu durum cari işlemler açığına yol açmıştır.”

“Özel sektör tasarruf oranı 1998-2003 ortalama yüzde 18’in üzerindeydi. 2013 yılında bu rakam yüzde 9’a düştü ve 2010 yılından bu yana yüzde 13’ün altında kalmıştır.”

Buna karşılık:

“2014 yılında yatırım oranı yüzde 20’ye yükseldi. (2002 yılında yaklaşık yüzde 17’di)”

Yani karlar yapılan yatırımın gerisinde! Demek ki bir açık var. Öyleyse değirmenin suyu nereden geliyor?

“Cari işlemler açığı bol sermaye girişleriyle finanse edilmektedir.”

Demek ki, uluslararası finans kapitalden alınan borçlarla bu açık kapatılmış.   

(Parantez içinde: Cari açık, 2010-15 yılları arasında, GSYİH'nın ortalama yüzde 6½’unu oluşturuyor.)

“Finans sektörünün aracılık ettiği geniş sermaye girişleri ve finansal derinleşme, kredi kısıtlamaları hafifletti ve özel sektörün hızlı büyümesine yol açtı.”

Yani Türkiye burjuvazisinin büyümesinde kredi hormonunun payı var. Belli ki, borçlanma bedeli ödenerek (yani uluslararası finans kapitale artı değerin bir kısmını faiz biçiminde ödemeye razı olarak) potansiyel büyümenin biraz üzerine çıkılmış.

Bu borç da bankacılık sektörünün aracılığıyla gerçekleştirilmiş:

“Bankacılık sektörünün döviz borçlanma kredileri büyümenin önemli bir özelliği haline geldi ve net döviz yükümlülükleri Ekim 2015’te 176 milyar ABD dolarına ulaştı.”

Dikkat çeken nokta, borçların dolar cinsinden olması.

Bu ne anlama geliyor? IMF raporunu yazanlar sözlerini hiç sakınmamışlar:

“Bu eğilimler, Türk ekonomisinin bir kırılganlığa sahip olduğunu ve bu durumun son kertede sürdürülemez olduğunu göstermektedir.”

IMF’nin Türkiye’nin borç bağımlılığına ilişkin tahmini şöyle:

“Brüt dış finansman ihtiyacı yılda GSYİH'nın dörtte birinin üzerinde kalmaya devam edecektir. Zaten 2008 yılından bu yana GSYİH'nın yaklaşık yüzde 25’i oranında kötüleşen Türkiye’nin net dış varlık pozisyonu, daha da bozulacaktır.”

Bu borçluluğu daha da kötü duruma sokan durum şu: Türkiye’nin sermaye birikim hızı (burjuva ekonomistlerin tabiriyle “tasarruf oranı”) dünya ortalamasının altında.

“Uluslararası karşılaştırmalar mevcut Türk tasarruf oranının düşük olduğunu gösteriyor. Türk tasarruf oranı uluslararası dünya ortalamasının önemli ölçüde altındadır. Avrupa ve Orta Asya, Sahra-altı Afrika ya da Latin Amerika gibi nispeten düşük tasarruf oranlarına sahi bölgelerle karşılaştırsak bile, Türkiye’nin bu ülkelere göre bile daha düşük tasarruf orana sahip olduğunu görürüz.”

IMF, Türkiye’nin sadece düşük tasarruf oranına sahip olmakla kalmadığını, bir başka sorunun da bu oranın düşme eğiliminde olduğunu belirtiyor. Bu oran, “gelişmekte olan ülkeler”in oranının çok altında. Hatta, burjuva ekonomistlerin “geçiş ekonomileri” dedikleri, 1990’dan sonra kapitalizme geçen ülkelerin “tasarruf oranı”nın bile altında.

IMF, hızlı kredi büyümesiyle düşük tasarruf oranı arasında bir ilişki olduğunu düşünüyor. Kredi çok hızlı büyüyor, buna karşılık yatırım oranı aynı hızda büyümüyor:

“Yurtiçi kurumsal banka kredi büyümesi 2013-14'te yıllık 40 arttı. Buna karşılık yatırım oranı GSYİH'nın yaklaşık yüzde 20’sinde kalarak genel olarak yatay bir seyir izlemiştir. Diğer bir deyişle, 2004-10 arasında ek kurumsal kredilerdeki mutlak miktar artışıyla yeni yatırım miktarı ortaya çıkan bağlantı, bu tarihten sonra değişmiş gibi görünüyor.”

Yani 2004-2010 arasında alınan kredi miktarıyla yapılan yatırım arasında bir uyumluluk vardı ama bu tarihten sonra bu uyum bozuldu. Kredi arttı ama yatırımlar artmadı. O halde, alınan krediler yatırıma gitmemeye başladı. IMF bu durumu “kredi kalitesinin bozulması” olarak tanımlıyor.

Krediler yatırımlara dönmüyorsa, kredi borçlarının ödenmesinde sıkıntılar yaşanacaktır. O halde ne yapmak gerekir? IMF burada, yine IMF’liğini yapıyor ve saldığı kötü nama yaraşır bir biçimde, her zaman yaptığı gibi, lafı dönüp dolaştırıp işçi sınıfının ve emekçilerin kemer sıkmasına getiriyor. Bu, şaşırtıcı değil, çünkü burjuvazi bugüne karşı krizlere işçi sınıfına daha fazla saldırmaktan başka “çare” bulamadı.

Bu “çare”nin ilk kısmı emekllik sisteminde bazı değişikliklerden ibaret. Emeklilik sistemi “fazla cömertmiş”. Emeklilik yaşı fazla düşükmüş. Emeklilik yaşındaki artış hızı da düşükmüş. Buna çözüm: özel emeklilik sisteminin geliştirilmesi. Bu şekilde ortaya çıkan emeklilik fonu da yatırım aracı olarak kullanılabilir diyorlar.

Türkiye nüfusunun %33’ü 20 yaşın altında (ancak %8’i 65 yaş üzeri), nüfusun %68’i çalışabilecek yaşta ama doğurganlık oranları çok düştü. Demek ki nüfustaki yaşlı oranı artacak. Hükümet de bunun farkında olduğu için, emeklilik sistemini kademeli olarak değiştiriyor.

Sermaye birikiminin önündeki ikinci büyük sorun: kıdem tazminatı! IMF, bu durumun düzeltilmesini “öneriyor”.

Burada değinmeden geçemeyeceğimiz bir konu var. Goethe bir eserinde (Sprichwörtlich) bir karakterini şöyle konuşturmuş:

“Düşmanın başarısını kabul etmekten
Daha büyük bir çıkar düşünemiyorum.”

IMF emeklilik sistemini, kıdem tazminatı sistemini, son derece ayrıntılı bir biçimde biliyor. Bizi bizden iyi biliyorlar. Dürüstçe düşünelim, aramızdan kaçı bu sistemi böylesine ayrıntılı bir biçimde incelemiştir? Uluslararası finans sermayesinin çıkarlarını koruyan bu kurum, sadece Türkiye’yi incelemekle kalmıyorlar, Türkiye’deki emeklilik ve kıdem tazminatı sistemlerini yine çok iyi tanıdıkları Meksika, Şili gibi ülkelerdeki emeklilik ve kıdem tazminatı sistemleriyle karşılaştırıyor, kendi sınıfsal bakış açılarına göre her bir ülkedeki “olumlu” yönleri, diğer ülkeye öneriyor.

Bu parantezi kapatıp, kıdem tazminatı konusuna dönelim. Kıdem tazminatı özel sektörde “çeşitli numaralarla” tam olarak ödenmese de, IMF kıdem tazminatı konusunu sermaye birikimi önünde bir engel olarak görüyor. Hükümetin kıdem tazminatıyla ilgili değişiklik planı olduğnu ama bu planın içeriğinin net olmadığını ve değişikliklerin tarihini belirten bir takvimin bulunmadığını belirtiyor. Yaptıkları hesaplamalara göre kıdem tazminatında yapılacak bir değişiklik GSYİH’nın %0.8 oranında bir “tasarruf” sağlayacak.

Burjuvazinin ekonomik terimleri böyle. Milyonların iş güvencesini elinden alıp kar oranını artırmaya “tasarruf” diyorlar.

Kıdem tazminatını “düzenlemenin” başka deyişle işçilerin iş güvencesini ellerinden almanın bir başka “faydası” da, “iş piyasası esnekliğini” artırması. Bunu insanların diline çevirirsek, kıdem tazminatı güvencesinden yoksun kalan işçilerin işlerini kaybetmesi korkusuyla her türlü dayatmaya karşı seslerini çıkarmalarının zorlaşması.

Bunun dışında, tıpkı özel emeklilik fonu gibi, kıdem tazminatlarının da bir fonda toplanması yine burjuvaziye hizmet etmek üzere bir kredi kaynağı oluşturması sağlanmış olacak. Bir sınıfın iş güvencesini kaybetmesi bir başka sınıfa kredi kaynağı oluyor.

IMF’nin değindiği bir başka konu da asgari ücretlere yapılan zam.

“Asgari ücret Ocak 2016 yılında yüzde 30 oranında artmış; bu durum yaklaşık 8 milyon işçiyi doğrudan etkilemiştir.”

Bunu belirttikten sonra bu “artışın” burjuvaziyi çok da etkilemeyeceğini ekliyor:

“Ama bunun istihdam üzerindeki etkisi büyük kayıt dışı işgücü piyasasının varlığı sayesinde hafifletilebilir".

Ayıca:

“Bu artış da önümüzdeki yıllarda enflasyonla birlikte kısmen aşınmış olacaktır.”

Raporda geçmişten benzer bir örnek veriliyor. 2004 yılında asgari ücrete %38 oranında zam yapılmıştı. Sonraki dört yıla baktığımızda bu artış %9.5 oranında bir artışa denk geliyor. Buna karşılık aynı dönemde ortalama yıllık enflasyonun %8.8 olduğunu düşünürsek zamların patronlara pek bir zararı, işçilere de pek bir faydası olmadığı görülüyor.

Hükümetin patronlara vereceği destek de, ücret zamlarının etkisini “hafifleten” bir başka etken olarak belirtilmiş. Bu desteğin devlet bütçesine zararı ise dolaylı vergilerle (yani en büyük yükü çalışanların sırtına yükleyen vergilerle) karşılanacağı belirtilmiş.