29 Kasım 2014 Cumartesi

En Sondaki Ülkeyi Tanıdınız mı?


OECD gelir veritabanından alınan aşağıdaki tablo, toplumun en düşük gelir grubundanki %20'lik kesime ve en yüksek %20'lik kesime "sosyal faydanın" (yani devletin aldığı ekonomik kararlar sonucunda, refah seviyesinde meydana gelen artış) yansımasını gösteriyor.

Mavi çubuk, devletin aldığı kararlar sonucunda en düşük gelir grubundanki %20'lik kesime, kırmızı şerit ise en düşük gelir grubundanki %20'lik kesime giden kaynakları gösteriyor.

TC devleti burada da birinciliği kimseye kaptırmamış. Görüldüğü gibi kamu kaynaklarını en zengin yüzde yirmilik kesime akıtıyor. Yoksulların aldığı pay ise tüm OECD ülkeleri arasında en geride.



27 Kasım 2014 Perşembe

Türkiye Burjuvazisi Artı-Değerin Paylaşımında Bir Adım Geride

Türkiye burjuvazisi yabancı bankalardan kredi alıyor.

Üretimi genişletme, işçi sayısını ve buna bağlı olarak da el konulan artı-değeri büyütme imkanı sağlaması karşılığında bu artı-değerin bir kısmını faiz adı altında yabancı bankalara verir. Böylece Türkiye'deki ortalama kâr iki bileşene ayrılmaktadır: faiz ve sınai kar.

Bugünlerde burjuva ekonomistleri nasırlarına basılmışçasına bağırıyor:

"Son yıllarda, ekonomimizin her bir puanlık bir büyüme oranı için ihtiyaç duyduğu net dış finansman (dış borçlanma) çok arttı. Farklı bir biçimde de ifade etmek mümkün: Büyüme oranımız belirgin biçimde azalırken, hem cari işlemler açığımız hem de net dış borçlanmamız hızla yükseldi." (Radikal Gazetesi)

"2009’da yüzde 18.1 olan dış finansman ihtiyacımız, 2014’te yüzde 26.8 düzeylerindedir. Dört yıldaki artış yüzde 8.7’dir. Eğer 2009’daki yüzde 18.1’i 100 kabul edersek, dış kırılganlığımız 2014’te 148 ile yüzde 48 artışa işaret ediyor."

Vah ne yazık, artık eskisine göre daha çok krediyle daha az sınai kar elde ediliyor.

Enerjiye verilen para yetmiyormuş gibi:

"Türkiye 2013 yılının tümünde 56 milyar dolarlık enerji ithalatı gerçekleştirmiş. Bu ithalatın bir kısmının ham ürünler olduğunu ve bunların işlenerek ihraç edildiğini de dikkate alırsak net enerji ithalatımız 49.3 milyar dolar ile milli hasılamızın yaklaşık % 6’sına tekabül etmekte. (AB’nin 2013 toplam net enerji ithalatı ise 380 milyar dolar ve milli hasılasının sadece % 2.2’si.) Kısacası enerji ithalatı bizim ekonomimizde göreceli olarak çok önemli bir yer tutmakta ve ciddi bir maliyet getirmekte." (Dünya Gazetesi)

Bu üçüncü sınıf sümüklü tiyatronun son perdesinin baş aktörü de Mustafa Koç.

"Servet vergisi alınmalı” görüşüne şu yanıtı veriyor:

"Daha ne vereceğiz. Bir gömleğimiz kaldı."

Koç bunu toplam vergilerin %70'ini KDV aracılığıyla kitlelere yüklenmiş, dünyanın (işçi sınıfı aleyhine, burjuvazi lehine) en adaletsiz vergi sistemi olan ülkesi Türkiye'de söylüyor.

Türkiye burjuvazisi bu artı değere el koyma kavgasında etinden et kopmuş gibi bağırsa da, burada asıl belirleyici olan güçtür ve şu aşamada onların gücü (buna çok çabalasalar da) ne başka ülkelerin enerji kaynaklarına başlıca emperyalist ülkelerin yaptığı oranda el koymaya ne de dış finansman bağımlılığından kurtarmaya yetmiyor.

Peki kimlere güçleri yetiyor? İşçi sınıfına ve diğer emekçi kesimlere.

Şimdilik.

İşte mutlak artı değeri nasıl artırdıklarına dair kendi gazetelerinden bir iki güncel örnek:

2002’de bir adet simit bugünkü parayla 20 kuruştan satılıyordu. Ve 2002’deki 184 liralık net asgari ücretle 920 tane simit alınabiliyordu. Oysa şimdi simit 1,5 liraya satılıyor. Ve 891 liralık net asgari ücret ile ancak 594 tane simit alınabiliyor. Yani net asgari ücretle alınabilen simit sayısı 12 yılda 326 adet azaldı. Yine 2002’de en düşük memur maaşıyla 1960 adet simit alınırken şimdi 2025 liralık en düşük memur maaşıyla ancak 1350 tane simit alınabiliyor. Memurun simit endeksine göre alım gücü azalmış. Yani beş kişilik memur ailesi 2002’de günde 5,3 simit alabilirken şimdi günde ancak 3,6 simit alabiliyor. Yani iki çocuk aç kaldı son on iki yılda.

(...)

2002’de 4,5 Cumhuriyet Altını alınabilirken şimdi ancak 3,5 Cumhuriyet Altını alınabiliyor." (Taraf)

25 Kasım 2014 Salı

Türkiye ve Kuzey Kürdistan - Bir Karşılaştırma

Türkiye ve Kuzey Kürdistan'ı karşılaştırmaya olanak veren bazı veriler:

"TÜİK verilerinde Türkiye genelindeki işsizlik oranı 2011'de yüzde 9,8, 2012'de ise yüzde 9,2 olarak yer aldı.

2012 üzerinden bakıldığında işsizlik oranının en yüksek olduğu iller yüzde 25 ile Batman, yüzde 20,9 ile Mardin ve yüzde 20 ile Siirt olarak sıralandı."

(http://www.dunyabulteni.net/manset/281908/en-yuksek-issizlik-batmanda-en-az-kutahyada)

"Bölgelerin 2012-2013 yılsonu nüfuslarının ortalaması ve Türkiye’nin kişi başı ortalama eşdeğer tüketim miktarını dikkate alarak yaptığımız hesaplamaya göre İstanbul’da kişi başına ortalama harcama bin 531.3 TL. En altta yer alan Güneydoğu’da (Gaziantep, Adıyaman, Kilis, Ş. Urfa, Diyarbakır, Mardin, Batman, Şırnak ve Siirt) kişi başına harcama sadece 670.9 TL. Güneydoğu’da ortalama kişi başına aylık tüketim 56 liranın bile altında."

"Gıdada kişi başına en yüksek harcamayı yapan Batı Marmara (Tekirdağ, Edirne, Kırklareli, Balıkesir ve Çanakkale) en alttaki Güneydoğu’nun 1.48 katı harcama yapıyor."

"Bölgesel uçurumun en yüksek olduğu alan olan eğitimde en yüksek kişi başına harcamayı 48.9 TL ile İstanbul, en düşük harcamayı ise 9.6 TL ile Güneydoğu yapıyor."

"Bölgesel uçurumun en büyük olduğu ikinci harcama kalemi olan lokanta ve otel harcamalarında başı çeken İstanbul, en alttaki Güneydoğu’nun 4.58 katı kişi başına harcama yapıyor." (http://www.dunya.com/mobi/author_article_detail.php?id=157916)


23 Kasım 2014 Pazar

Japon Militarizminin Ekonomik Temeli

19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında emperyalist aşamaya geçen Japonya 21. yüzyılın başında yeni emperyalist maceralara bileniyor.


Bu, Japonya’da kapitalizm varolduğu sürece kaçınılmaz. 120 yıl öncesine göre çok daha ileri bir kapitalist gelişim aşamasına gelmiş bir ülke söz konusu. Bundan 120 yıl önce, şimdiki gelişmişlik düzeyinin çok daha gerisinde olmasına rağmen Japon burjuvazisi emperyalist yayılma ihtiyacı hissetmemiş miydi?


Geçmişi unutmuyoruz. Emperyalist aşamaya geçtiği ilk zamanlarda Çin’deki ulusal sömürgecilik karşıtı ayaklanmaları bastıran, 1905 yılında Rusya’yla girdiği savaşı kazanan, Güney Mançurya ve Kore’yi sömürgeleştiren Japon kapitalizmi bu “başarılı” saldırılarının meyvesini 1903’yen 1913’e kadar geçen sürede sınayi gelişimleri neredeyse iki kat artmamış mıydı?


Şu anda bir türlü istediği büyüme hızını yakalayamayan Japon kapitaliziminin tam da buna ihtiyacı var.  


Japon emperyalistleri bu sıkışıklığı daha önce de yaşamışlardı. Saldırganlaşıp Çin’i egemenlik altına almış, bu sayede 1914-1919 yılları arasında ihracatını dörde katlamıştı.


Bir süre sonra ekonomik büyüme öyle bir seviyeye gelmişti ki, Pasifik’te (bugün de emperyalist egemenlik mücadelelerine sahne olan Pasifik’te) ABD’yle hegemonya yarışına girmişti.


Özellikle, dünya kapitalizminin kısmi toparlanma dönemine girdiği 1920’li yılların başında Japon kapitalizminin yaşadığı hızlı büyüme, süre olarak daha kısa olmakla birlikte Japon emperyalizminin 1945-1988 yılları arasında yaşadığı (birazdan göreceğiz) hızlı büyüme dönemini hatırlatıyor.


Öyle ki, 1926 yılında Japon sanayisi savaş öncesi düzeyini yakalamıştı.


Ama Japon sanayisi krize diğer emperyalist ülke sanayilerine göre daha erken bir tarihte, 1927 yılında girdi. Ülkenin en büyük bankaları battı. İşte bu tarihte, bugünkü militarist eğilimi hatırlatacak şekilde, General Tanaka’nın başında bulunduğu askeri hükümet iktidara geldi. Ama sanayideki üretim hızla (%50 oranında) düşmeye devam etti. 1931 yılının sonunda üç milyon işsiz vardı.


Yine bugünü hatırlatacak şekilde, dış pazar Japon mallarına kapanma eğilimi taşıyordu. Bu durum Japon emperyalizmini askeri maceralara sürükledi. 1931’de Mançurya’yı işgal ettiler. Japon emperyalistleri dünyanın şiddet yoluyla yeniden paylaşımını talep ediyorlardı.


Japon tekellerinin en saldırgan unsurları askeri faşist bir diktatörlük kurdular, Nazi Almanyası ve İtalya’yla Anti-Komintern Paktını oluşturdular, tüm Çin’i işgale kalkıştılar, içerideki işçi ve köylü hareketini en acımasız şekilde bastırdılar, İkinci Dünya Savaşı başladığında Güney Doğu Asya yönünde genişlemeye başladılar ve Filipinler, Burma ve Endenozya’nın da içinde bulunduğu 130 milyon kişinin yaşadığı bir bölgeyi işgal ettiler.  
 
Ama savaşta ağır bir yenilgi almaları Japon emperyalizmini geçici olarak durdurdu.


Bugün, yirmi yıldır büyümesi çok yavaşlayan Japon emperyalizmi kaldığı yerden saldırgan politikalarına devam etmeye hazırlanıyor. Japonya’da kapitalizm son bulana kadar bu saldırganlık sürecektir.


Bu noktaya nasıl gelindi? Japon emperyalizminin neden saldırganlıktan başka bir çaresi yoktur? Şimdi bu soruları kaldığımız yerden devam ederek yanıtlamaya çalışalım.



Milyonlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan ve tarihin gördüğü en kanlı savaş olan İkinci Dünya Savaşı pek çok ülkenin sanayisini, altyapısını yıktığı için, uzun bir süre doyurulamayan bir talep yaratıp kapitalizme kalp ilacı oldu. Dünya kapitalizmi uzun bir süre aşırı üretim krizine girmedi.


Japon kapitalizmi de bu yıkımdan güç alarak hızla gelişti.


Özellikle 1950’den 1973 yılları arasındaki büyümesi dikkat çekiciydi. Ekonomi yılda ortalama yüzde on büyüdü.  Sabit sermaye oluşumu ve yatırım oranındaki yükseklik özellikle dikkat çekiciydi.


1980’li yıllarda gelişim öyle bir noktaya gelmişti ki, üretim araçları üretimine yapılan yatırım milli gelirin %30’una ulaşmıştı.  


Bu tarihte Japon ekonomisinin ulaştığı büyüklük ABD ekonomisine çok yaklaşmıştı. Japon tekelleri elektronik ürün piyasasına hakimdi. Petrokimya ve otomotiv sektörleri de çok gelişmişti.


Bilindiği gibi söz konusu sektörler yüksek değişmeyen sermaye oranı gerektiren sektörlerdir.


Değişmeyen sermaye oranlarının artışını görmek için tüketim malları sanayilerinin (gıda, içecek ve tütün, ayakkabı, deri eşya dahil giyim ve mobilya) sermaye malları sanayilerine (Demir ve demir dışı metaller, makine, araç üretimi ve kimyasallar) oranını gösteren aşağıdaki tabloya bakabiliriz.




Görüldüğü gibi 1910 yılında Japonya’da ağır sanayi hafif sanayinin ancak beşte birini oluştururken 1990’ların başında ağır sanayi baskın bir konuma geçiyor.


Değişen sermayeye gelince, 1970’li yıllarda sanayide çalışan işçilerin oranı tüm işçilerin %27’sini oluşturuyordu. Bu rakam zirve noktası olup daha sonraki yıllarda düşecektir.


Sermaye birikimiyle birlikte ülkenin sınai yapısında değişim oldu ve yüksek teknoloji ve değişmeyen sermaye yatırımı gerektiren sektörler ağırlık kazandı. Bilgisayar, sentetik kimya, CNC makineleri, elelktronik ve makine sanayi, otomotiv gibi sektörler ülke ekonomisine damgasını vurdu. Mikroelektronik teknolojisi gelişti ve uygulaması yaygınlaştı.


Ama bu büyüme 1980’lerin sonuna kadar devam etti. 1980’lere varıldığında büyüme oranları küçülmeye başlamıştı bile. Ekonominin büyümesinin küçülmesiyle, pazar sorunu kendini daha fazla hissettirmeye başladı. Sermaye yoğunlaşması, rasyonelleştirme ve sermaye ihracı artı, daha kapsamlı modern teknoloji, daha çok otomasyon; daha büyük boyutlarda yatırımlar gerçekleşti.


Teknolojik ilerlemelerin hızlanması sabit sermayenin çok hızlı yenilenmesini zorunlu kıldı. Böylece, değişmeyen sermaye ömrünü kendi değerini ürünlere kendi değeri kalmayınca kadar aktarıp tamamlamak yerine, rakip firmaların üretime soktuğu yeni makinelerin ve sistemlerin gerisinde kaldığı için tamamlamış oluyor, sürekli bir yeni yatırım yapmak gerekiyordu. Bu da, krediye olan ihtiyacı artırıyordu.  


Ama borç sermayesinin (finansal sermayenin) böylesine büyümesine yol açan en önemli etken kar oranlarının düşmesiydi. Sermayenin artı-değer getiren tek kısmının (değişen sermayenin) toplam sermaye içindeki payının azalması tüm karşı eğilimlere rağmen kar oranlarını düşürdü. Başka deyişle, sanayiye yatırım yapmak eskisi kadar karlı olmadığından Japon kapitalistler giderek daha fazla finansal sermayeye, borsaya yatırım yaptılar.  


Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren sabit sermaye oluşumundaki düşüş sanayi alanından kaçışı göstermektedir. Aşağıdaki tabloda sabit sermayenin GSYH’ya oranındaki düşüş açıkça görülmektedir:




Finansal sermayeye yönelik bu aşırı yatırım sonucunda bu sektörde bir şişme oluştu. Japonya 1985 yılında dünyada en çok kredi veren ülke konumuna geldi. Japonya borsası aşırı derecede büyüdü. Bu durum 1989 yılının meşhur Aralık krizine kadar sürdü. Japonya borsasındaki 1989 Aralık ayına kadar gerçekleşen yükseliş ve o tarihten sonraki düşüş aşağıdaki tabloda görülebilir:


Japonya kapitalizmi 1990’ların başından beri 1950-1989 arasındaki gelişim hızını yakalayamadı. Burjuva ekonomik literatürde Japonya’nın 1990’lardan günümüze kadar geçirdiği yıllara “kayıp yıllar” denmektedir.


Japonya burjuvazisi bu dönemde içinde bulunduğu krizi aşmak için işçi ücretlerini düşürmüş olmasına rağmen amacına ulaşamamıştır. Japonya’da işçi ücretleri 1990-2012 arasında %3.5 düşmüş, buna karşılık enflasyon %5.5 yükselmiştir. Bugün Japonya’da çalışanları yüzde 40’ı part time (yarım gün) çalışmaktadır.


Japon emperyalizmi hem diğer emperyalist ülkelerle yaptığı rekabette geri kalmakta, hem de buna ek olarak kendisine benzer tipte ürünler üreten Kore gibi bölgesel güçlerin rekabetine de maruz kalmaktadır.


Yaşlanan nüfus hem iç talebin giderek düşeceğini göstermekte, hem de işgücü kıtlığı doğurmaktadır. Bu da Japonya’da yeni fabrikalar açma hevesini kıran başka bir faktördür. Japon firmaları ellerinde 2.1 trilyon dolarlık nakit para tutmaktadır! Bu, toplam milli gelirin %44ünü oluşturan muazzam bir miktardır ve Japon kapitalizminin krizini mükemmel bir biçimde anlatmaktadır.


İç piyasadaki yirmi beş yıldır aşılamayan bu yapısal durgunluk Japon sermayesini dışarı daha fazla yönelmeye zorlamaktadır. İşte bu da Japon hükümetinin son yıllarda uyguladığı saldırgan politikaların ekonomik temelidir.


Japon emperyalizminin asıl yöneldiği bölge Güneydoğu Asya’dır. Japon tekeller bu bölgeden şirketler almaktadır. Tıpkı 1980 ve 1990’lı yıllarda olduğu gibi. O dönemde Japon sermayesi Tayland, Malezya ve Singapur gibi ülkelere gidip otomotiv ve elektronik sektörlerine yatırım yapıyorlardı. Ama 1998-1998 Asya krizi sonrası Japon tekeller bu bölgeden çekilmiş, ucuz iş gücü kaynağı olan Çin’e gitmişti.  

Ama Çin’deki işçi ücretlerinin yükselmesiyle birlikte Japon tekelleri yeniden Güney Doğu asya’ya yöneliyor. Economist dergisinde yayınlanan aşağıdaki tablo geçen yıl Japon firmalarının Güney Doğu Asya’da yaptıkları yatırımın Çin’e yaptıkları yatırıma göre üç kat fazla olduğunu göstermektedir.





Şimdiye kadar anlattıklarımız doğrudan üretime yönelik sermaye ihracıydı. Bunun bir de finansal sermaye ihracı boyutu var.


Bilindiği gibi yakın zamanda ABD'de tahvil alımlarının sona ermesinin ardından Japon Merkez Bankası parasal genişleme kararı almıştı. Bu basılan para bankalara gidiyor. Bankalar bu paranın %15’ini rezerv olarak tutuyorlar. Geri kalan kısmı ise, Japonya’da kredi talebi pek fazla olmadığı için yurt dışına kredi olarak, yani sermaye ihracı olarak gidiyor. Japon bankaları Asya ülkelerine 465 milyar dolar kredi vermiş.  


Sonuç olarak, sorunun temeli şu: iç talep Japon kapitalizminin büyüklüğünü karşılayamacak kadar küçük. Ya da tersi: Japon kapitalizmi iç piyasanın darlığına sığmayacak kadar büyük.


Ekonomi bir türlü toparlanmıyor. Mart ayında BBC’de çıkan bir habere göre:


“Japonya'da bütçe açığı Ocak ayında 15 milyar dolara tırmanarak kayıtların tutulmaya başlandığı 1985'ten bu yana rekor düzeye ulaştı. Japonya'nın ticaret açığı da Ocak ayında % 71 artışla 2,79 trilyon yene ulaşarak rekor düzeye yükseldi.”


Borcu GYSH’ya oranı %150 ile dünyanın en borçlu ülkelerinden biri olan, milli gelirin %8’ine denk gelen miktarda bütçe açığı veren Japonya, bu durum yetmezmiş gibi bu yılın üçüncü çeyreğinde resesyona girdi. Böylece Japonya bir kere daha, 2008 yılından bu yana üçüncü defa, resesyona girmiş oldu.


Japon ekonomisinde deflasyon - talep yetersizliği yüzünden fiyatlarda aşırı düşme tehlikesi de var.


Bütün bunlar Japon emperyalizmini eskisi kadar çantada keklik bir piyasa olmayan Asya piyasasında yayılmaya zorluyor.


Son dönemde gördüğümüz militarist gelişim ve saldırgan siyasi tutum işte Japon emperyalizminin bu özgül durumundan kaynaklanıyor.  


Bu gelişime örnek olarak Japon hükümetinin yeni katliamların zeminini hazırlamak için geçmişteki katliamları inkar etmesi, askeri bütçenin son üç yıldır artması, 48.7 milyar dolarlık bu yılki bütçenin şimdiye kadar ayrılan en büyük bütçe olması ve geçen yıla göre yüzde üç buçukluk bir artışa telabül etmesi örnek verilebilir.  


Biz bu yazıda daha çok bu siyasi ve askeri gelişmelerin ekonomik boyutunu vermeye çalıştık. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için:







*

22 Kasım 2014 Cumartesi

Çifte Sömürü

En gerici gazetelerin yazarları bile itiraf ediyor:

“Türkiye eğitimsiz, güvenliksiz, örgütsüz ucuz emek havuzu oluşturarak, 15 milyon insanı asgari ücret hattında tutarak buradan rekabet gücü kazanacağını düşünüyor. Avrupa’da asgari ücretle çalışan kesim yok denecek kadar az. ‘Asgari ücret’ büyük oranda bir Türkiye sorunu.” (Türkiye Gazetesi, İbrahim Öztürk)

Ama üretim sürecindeki müthiş sömürü Türkiye burjuvazisine yetmiyor. Türkiye’de burjuvazisi, devletin tam desteğiyle ulusal gelirin daha sonraki dağılım süreci içinde işçi sınıfının gelirini devlet bütçesi aracılığıyla yeniden dağıtıyor ve kendi çıkarına kullanıyor.

Yine gerici bir gazeteden aktaralım:

“Asgari ücretliden vergi alan ender ülkelerden birisiyiz. Adı üstünde asgari ücret, bir işçinin hayatını devam ettirebilmesi için -ne kadar devam ettirdiği tartışılsa da- asgari koşulları sağlayan ücrettir. Dolayısıyla bunun üzerinden vergi alınması ciddi bir çelişkidir.

...Aralık ayında asgari ücretlilerin vergi dilimi arttığı için ilave 12.28 TL daha fazla vergi ödeyecekler. Buna göre bu sene devlet asgari ücretlilerden 61.4 milyon lira daha fazla vergi almış olacak. Böylece 2014 yılı için asgari ücrete yapılan zammın bir kısmı vergi olarak geri alınmış olacak.” (Millet Gazetesi, Saadetin Orhan)

Bütün bunları okuduktan sonra insanın aklına şöyle bir soru gelebilir:

“Alım gücünün bu kadar düşürüldüğü bir ülkede bu büyüme nasıl sağlanıyor, üretilen bunca ürün kime satılıyor?"

Üretilen ürünlerin bir kısmı dış pazara yönelik. 160 milyar dolar civarında bir ihracat yapılıyor. Ama bir başka önemli faktör de var: krediler!

Bunu da Ülker’den reklam alan reformist gazeteden yapacağımız bir alıntıyla özetleyelim:

“Türkiye’de tüketici kredisi borcu miktarı son 12 yılda 136 kat, kredi kartı borcu ise 17 kat artmış. 2002 yılında halkın tüketici kredisi ve kredi kartı borcu sadece 6.3 milyar TL iken, ekonominin ‘uçuşa geçtiği’ son 12 yıl içinde tam 55 kat artarak, toplamda 347 milyar TL’ye ulaşmış. Söz konusu borçlar içinde asıl dikkat çekici olan, toplam hane halkı borçlanmasının yüzde 40’tan fazlasının aylık geliri 1000 TL’nin altında olanlar tarafından yapılmış olması.

Ödenemediği için yasal icra takibi başlatılan tüketici kredisi ve kredi kartı borç miktarı 12 milyar TL’yi aşmış durumda. Bu miktarın 2002’de sadece 278 milyon TL olduğunu hatırlatmakta fayda var.” (Evrensel, Erkan Aydoğanoğlu)

Gerçekten de nüfusun yüzde 70’i borçlandı. 77 milyon nüfuslu ülkede kredi kartı sayısı 60 milyona ulaştı. Böylece hem yapay bir talep oluşturulmuş oluyor hem de sömürü mekanizması güçlendirilmiş oluyor.

Çünkü borçlu kişiyi sömürmek daha kolaydır. Borçlu kişi kendisini yalnız hisseder.

Ama bu tür kredi mekanizmaları geçici talep yaratsa da temel sorunu, üretici güçlerin ulaştığı gelişmişlik düzeyiyle üretim ilişkileri arasındaki çelişki sorununu, kitlelerin talebinin üretim hızından geri kalması sorununu çözemez.

Son dört ayda bankaların karlarındaki düşüş bu anlamda dikkat çekici. Türkiye Bankalar Birliği verilerine inanacak olursak son dört ayda karlarında %12 düşüş var. Yine aynı dönemde bankaların ödenmeyen kredi ve kredi kartı sayısında yüzde 25’in üzerinde bir artış var.

Halbuki 2013 yılına kadar muazzam karlar açıklıyorlardı. ABD Merkez bankası para bastıkça ucuza para bulup bunları herkese borç veriyorlardı (bu borcu vermek için nasıl kampanyalar yaptıklarını herkes hatırlıyordur). Hem de borçları pahalıya verdiler. Yüzde 0.7 mevduat faizi karşılığında (yani halka bankada para tutmaları karşılığında yüzde 0.7 faiz verip) kredi borçlarını %5’ten verdiler (yani halktan aldıkları parayı yeniden halka vermek için %5 faiz aldılar). Bununla da yetinmeyerek yüzlerce kalemden öyle “masraflar” kestiler ki “tüketici” anketlerinde bankalar “en çok nefret edilen” kurum olma şanını haklarıyla aldılar.

Ama ekonomideki büyüme yavaşladı. İşsizlik artıyor. Bu durum er ya da geç kredi balonunun patlamasına yol açacak, yapay bir biçimde şişirilmiş talebin gerçek durumu - hem de alınan kredilerin bedeli olan faiz ödemeleriyle yaralanmış bir halde - tüm çıplaklığıyla ortaya çıkacak, yeni bir aşırı üretim krizini tetikleyecektir.

Türkiye’de işçi sınıfının kapitalizm koşulları altında bu kapandan çıkması mümkün değildir. Hiçbir reformist hayal bu gerçeğin üstünü örtemez.
 



İşgücüne Yeni Katılımlar

Türkiye’de iş saatlerinin iş yasalarında yazan sınırların çok üzerinde olduğunu her işçi bilir.

İş saatlerini artırarak burjuvazi işçi sınıfının sırtından mutlak artı değer elde eder.
Ama iş saatlerinin artışının bir sınırı da vardır. Bu yüzden mutlak artı değeri artırmanın bir diğer yolu da işçi sayısını artırmaktır. Yani nüfusu artırmaktır. Ali’den elde edilen artı-değer diyelim ki günde üç saatten ibaret kalıyor. Ama onun yanına Ahmet, Mehmet ve Ayşe’yi de getirip çalıştırabilirsem, 12 saatlik artı değer elde etmiş olurum. Demek ki sermaye nüfusu artırmak ister. Nüfus artışı, mutlak artı değerin artışının bir başka ifadesidir.

Son açıklanan verilere göre Ağustostan geriye 1 yılda iş arayanların sayısında (işgücünde) artış 1 milyon 720 bin.
Bu, sermayenin bir eğilimidir.
Ama artı-değeri artırmanın tek yolu mutlak artı değeri artırmak değildir. Sermaye görece artı-değeri artırmak için aynı zamanda bu çalışma günlerindeki gerekli emek zamanını da düşürmek ister (görece artı-değer oranını artırmak ister).

İşte bu yüzden sermaye bir taraftan hem (mutlak artı-değer üretebilmek için) mümkün olduğunca çok gerekli emek zamanı üretmek isteyecek (yani işçi sayısını, işçi nüfusunu artırmak isteyecek) diğer taraftan da görece artı-değeri artırmak için gerekli emek süresini düşürmeye çalışır. Bunu düşürmek için makineleşmeyi artırır. Bu makineleşme, sermaye ve işçiyi serbest bırakır, böylece belli miktar sermaye ve işçi boşta kalır, bir işçi fazlası oluşur. Makine-bazen burada, bazen orada, ama, sürekli olarak nüfusun bir bölümünü “gereksiz” kılar, çalışan nüfusun bir bölümünü sokağa atar.

İşte bu yüzden sözünü ettiğimiz 1 milyon 720 bin kişinin 1 milyon 258 bini bir işe girdi. Kalan 462 bini işsizler ordusuna eklendi. Bunun sonucu işsiz sayısı 2 milyon 482 binden 2 milyon 944 bine yükseldi.
Tabii bunlar resmi rakamlar. Ne Suriye ve Irak’tan gelen göçmenler hesaba katılıyor, ne de kayıt dışı çalışanlar. Gerçek işsizlik rakamları ise her türlü istatistik oyunuyla saklanıyor. Hikmet Kıvılcımlı’nın 1935 yılında yazdıkları 2014 yılında da geçerlidir:
“İşsizler: İhtıyat senayi ve proleterler ordusu adını alan aylaklar yığını da, her gün şehir kaldırımlarından başka yer bulamayan, rakamsız, Türkiye’de Totankamunun mezarından daha meçhul ve karanlık kalmış bir realitedir.”   
(Hikmet Kıvılcımlı - Türkiye İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı, 1935, s.32)
Örneğin bir burjuva yazar bile şunu yazabiliyor:
“3 milyon resmi işsize, ümidini yitirenler ve iş aramayıp da çalışmaya hazır olan 2.5 milyon eklendiğinde 5.5 milyon gerçek işsize ulaşılır.”
Sonuç olarak sadece resmi rakamları baz alsak bile çalışan sayısında bir yılda yüzde 5 oranında büyüme varken işgücü (çalışmaya hazır nüfus) bir yılda yüzde 6.2 oranında artıyor.
Her kapitalist ülkede olduğu gibi Türkiye’de de sermaye bir taraftan çalışan nüfus miktarını büyütme eğilimi taşırken, diğer taraftan bu nüfusun bir kısmını daha ileride kullanacağı zamana kadar işe yaramaz kılmakta, “fazla nüfus” yaratmaktadır.

Burjuvazinin bu kitle için hiçbir vaadi yoktur ve olamaz. İş yapma potansiyelinin sermaye için ancak üretim sürecinde değerlendirebilecekse bir değeri vardır. Bu yüzden ihtiyaçları olup da bunları giderecek araçları olmayan işsiz ordularının oluşması onu ilgilendirmez ve ona sadece işçi sınıfının kendisi için gerekli olan kesiminin - bir fazlası olarak ihtiyaç duyar.


16 Kasım 2014 Pazar

Öfkeli Meksika

Karikatürün başlığı: Öfkeli Meksika.
Halkın taşıdığı pankartlarda "43", "Onları Canlı İstiyoruz", "22 Bin Kayıp", "100 bin Cinayet" yazıyor.
Üzerinde siyah kıyafet olan domuz yüzlü burjuva ise "Artık tek bir cam dahi kırılmasın" pankartı taşıyor.
Bir yerden tanıdık geliyor değil mi?



13 Kasım 2014 Perşembe

Kutuplarda Hammadde İçin Emperyalist Mücadele

Bugün ajanslara düşen bir haber:

"Rusya Savunma Bakanlığı kurmayları ile bir toplantıda buluşan Bakan Şoygu, Kuzey Kutbu'nda yer alan Arktik Denizi'nden Karayipler’e ve Meksika Körfezi'ne kadar olan bölgede, askeri hareketliliği gözlemek üzere uzun menzilli bombardıman uçaklarının devriye gezeceğini açıkladı. Devriye uçuşlarına nükleer silah taşıma kapasiteli stratejik bombardıman uçaklarının katılması planlanıyor."

Aşırı üretim krizinin uzaması emperyalist devletler arasındaki mücadelenin kızışmasına yol açtı.

Dünyanın her bölgesi üzerinde yoğun bir emperyalist mücadele var.

Bir zamanların "bilinmeyen", "ulaşılamayan" bölgeleri olan Kutuplar bile bu mücadelenin dışında kalmıyor.

Ceyda Karan'ın Amerikan Jeolojik Araştırmaları ve Ernst&Young'dan aktardığına göre:

"...dünyanın keyfedilmemiş doğalgaz kaynaklarının yüzde 30’u ile petrol kaynaklarının yüzde 15’i Kutup bölgesinde. Fakat Kutupların 90 milyar varil petrolü ile 47 trilyon metreküp doğalgazı kıyıdan uzakta. Bu durum sınırdaş ülkeler arasındaki karasuları ve kıtasahanlığı sorunlarını ortaya çıkartıyor. "

Rusya bu konuda diğer emperyalist rakiplerinden önde.

"Kutup bölgesinde 1,2 milyon kilometrekarelik alanda hak iddia eden Rusya ise son dönemde öne geçti. Pasifik Okyanusu’ndaki Okhotsk Denizi’ndeki enerji zengini 52 bin kilometrekarelik alandaki hak iddiası geçen ay BM komisyonundan onay aldı, Rus kıtasahanlığı tanındı.

Rusya Novosibirsk Adaları’ndaki 20 yıl önce kapatılmış Kutup askerî üssünü yeniden açacak. Bölgeye 10 savaş gemisi ve dört nükleer buzkırıcısı gönderildi. 2014’ün sonunda Rus Kutupları’nda yeni stratejik askeri komuta kurulması kararı alındı.

Amerikalılar ayrıca Rusya’nın askerî stratejisinden de kaygılı. Öyle ki eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Putin’in Kutup askerî üssünü yeniden açma girişimine karış ‘birleşik cephe oluşturulması’ çağrısı yaptı."

Avrupa Birliği de Rusya'ya olan enerji bağımlılığından kurtulmak istediği için Kutuplara çok önem veriyor.

İskandinav ülkelerinin yaptığı askeri tatbikatların önemli bir kısmı Kutuplarda.

Tüm dünyada burjuvazi işçi ve emekçileri bir kere daha birbirine kırdırmak için hararetli bir hazırlık içinde.

Burjuva basın, Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping ve ABD Başkanı Barack Obama'nın Pekin’de yaptıkları görüşmede "samimi niyetleri ortaya koyarak farklılıkları daraltmaya çalışacaklarını dile getirmelerini" gündeme taşıyarak gerçekleri gizlemeye çalışadursun, aşırı üretim krizi uzadıkça, pazarlar daraldıkça, hammadde ihtiyacı arttıkça, emperyalist ülkeler arasındaki gelişim hızı farklılaşıp yeni emperyalist ülkeler eski hakim ülkelere yaklaştıkça emperyalist savaş da yaklaşmaktadır.

Yeni bir emperyalist savaş, emperyalizm mevcut kaldığı sürece kaçınılmazdır.

Stalin'in dediği gibi "savaşların kaçınılmazlığını ortadan kaldırmak için, emperyalizm yok edilmek zorundadır."


Sosyal Demokrat Tarzda Şiddet

Brezilya'da bir hafta önce yapılan devlet başkanlığı seçimlerinin galibi, 12 yıldır iktidardaki İşçi Partisi'nin (PT) lideri Dilma Rousseff yoksul kesimlerden destek gören, sosyal programlar uygulayan, ekonomide devletin etkisinin artırıp belli sektörlerde ücret artışı sağlayan, yoksullarla zenginler arasındaki gelir farkının azaltan bir lider olarak lanse edildi.

Ama bir gerçek var ki bunların hiçbiri alttan alta tüm pisliğiyle işlemeye devam eden kapitalizme çekilmiş bir makyajdan öteye gidemiyor. Rousseff ve partisinin maskesi Dünya Kupası sırasındaki gösterilerde kitlelerin gözünde büyük ölçüde aralanmıştı.

Bu hafta Brezilya'yla ilgili yayınlanan bir haber ülkede hiçbir adalet olmadığını gösteriyor.

Brezilya Toplum Güvenlik Forumu’nun yaptığı araştırmaya göre Brezilya polisi son beş yıl içinde 11 bin kişiyi öldürdü. Bu sayı günde ortalama altı kişiye denk geliyor.

Diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi Brezilya'da da burjuva diktatörlüğü işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimler üzerinde dolaylı ve dolaysız baskı uygulamaktadır.


Aşırı Üretim - 2

"Ama üretkenlik ne kadar gelişirse, kendisini tüketim koşullarının bulunduğu dar temelle o kadar uyuşmaz durumda bulur." (Marx, Kapital, Cilt 3)

Aşağıdaki videoda Yunanistan'da kurulmuş bir fabrikada altı tane robot günde bir milyon sekiz yüz bin birayı paketliyor.

Yunanistan'daki işsizlik oranı yüzde 25. Gençlerin ise yüzde ellisi işsiz.

Bu iki veriyi ve bu görüntüyü dikkate alarak yukarıdaki Marx alıntısını bir kere daha okuyalım.

Üretim araçlarının geldiği gelişmişlik düzeyi bunlar üzerindeki özel mülkiyetle giderek daha fazla çatışıyor.

https://www.youtube.com/watch?v=nkLd45Ftfhc&feature=youtu.be






Bankacılık Sektöründeki Sömürü Koşulları

Bankacılık sektöründe 300 bin kişi çalışıyor.

Bu yazacaklarım bu sektörde çalışanların maruz kaldıkları sömürünün ancak çok küçük bir bölümünü yansıtacaktır.

Konuya - ne yazık ki bizden biri değil de gerici bir gazetenin bir yazarı, Remzi Özdemir dikkat çekmiş. Kendisi bankacılık sektöründe yaşanan mobbingle ilgili bir yazı yazmış ve pek çok banka çalışanından yazısını destekleyen e-postalar almış.

"Bankacılıkta whatsapp ile mobbing, yazımın üzerinden tam iki hafta geçti. Bu süre içerisinde ağır mobbinge maruz kalmış yüze yakın bankacıdan elektronik posta aldım.

Hepsinin hikayesi aynı.

Hedef baskısı nedeniyle dayanılmaz ağır bir psikolojik baskı."

Özdemir devam ediyor:

"Mobbing ile karşı karşıya kalan sadece portföy yöneticileri değil, bunun içinde şube müdürleri bile var. Hatta iddialara göre bölge müdürlüklerinde çalışan yöneticiler bile psikolojik baskı ile karşı karşıya.

Baskının ana kaynağı genel müdürlük.

Koltuğunu korumaya çalışan bir kaç genel müdür yardımcısı.

Tamamına yakını erkek.

Hedef baskısı buradan başlıyor ve alt kademelere yani bölge müdürlüğüne, bölge satış müdürlerine ve şube müdürlerine gelene kadar şiddetin boyutu daha da artıyor. Alt kademelerde artık mobbingin alası yaşanıyor."

Doğal olarak Özdemir bu durumdan yanlış sonuçlar çıkarmış:

"Yabancı patronlarına daha fazla kazandırıp, yıl sonu üç beş milyon dolar daha fazla prim almak isteyen bu akıllı yöneticiler sayesinde Türkiye’de bankacılık sektörü, maalesef bitmiştir.

Whatsapp ile konum isteme, yoldan çevrilen insanlarla resim çektirtme utanç duyulacak bir mobbing yöntemidir.

Bu utanca son vermesi gereken tek makam ise Çalışma Bakanlığı’dır.
300 bin beyaz yakalının köle gibi çalıştırılmasına sesini çıkartmayan bir bakanlık niye vardır ki?"

Özdemir'in söylediklerinin tam tersine kısmen bu sömürü sayesinde Türkiye'de bankacılık sektörü "bitmek" bir yana sürekli kar etmektedir. Çalışma Bakanlığı da burjuvaziye hizmet eden bir devlet kurumu olarak bu sömürüye "sesini çıkartmak" bir yana bu sömürünün kesintisiz sürmesinin güvencelerinden biridir.

Gerçekten de bankalar ve türevleri olan kurumlar Türkiye'de azımsanamayacak karlar elde etmektedir. İşte birkaç örnek.

"Bu yıl Türkiye’deki 20’nci yılını kutlayan MasterCard, İngiltere’den sonra Avrupa’nın en büyük ikinci pazarına Türkiye’de ulaştı. Türkiye, 20 yıl öncesine oranla kartlarla yapılan alışverişlerde 40 kat büyüme gösterirken, kartlı ödemelerin alışverişlerdeki payı % 35’e çıktı. GSYH’nin yüzde 25’lik kısmı kadar alışveriş kartlarla ödendi” dedi." (Haber Taraf gazetesinden)

"Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), ekim ayı bankacılık sektörü verilerini açıkladı. Açıklamaya göre bankacılık sektörünün Ekim sonu itibariyle net dönem kârı yıllık yüzde 11,6 artarak 21,7 milyar lira oldu. Bankaların aktif toplamı da ekim sonunda yüzde 23,1 artarak 1,64 trilyon lira oldu." (Dünya Bülteni)

Ortada çift taraflı bir sömürü söz konusudur. Bir taraftan bankalar üretilen artı-değere faiz biçiminde (sanayide faaliyet gösteren burjuvazinin temsilcilerine "şerefsiz, insafsız" bankacılar dedirtecek oranlarda) el koyarken diğer taraftan bu faizi en hızlı ve etkin bir biçimde elde edebilmek için 300 bin beyaz yakalı köleyi acımasızca sömürmektedir.

Doğru temelde bir örgütlenme yakalandığı takdirde, bankacılık sektöründe çalışan emekçilerin Türkiye işçi sınıfı hareketine vereceği çok şey vardır. ÇÜNKÜ BURJUVAZİNİN EN KİRLİ SIRLARI BANKACILIK SEKTÖRÜNDE GİZLİDİR. Bu sektörde çalışan emekçilerden alınacak bilgilerin muazzam ajitatif değeri vardır. Lenin ve RSDİP bu durumdan mükemmel bir biçimde yararlanmıştır.

Lenin'in yazdığı ve Iskra'da yayınlanan "Rusya'da Ekonomik Yaşam" ( Toplu Eserler, İngilizce Baskı, c. 6, s. 86-96) makalesi buna verebileceğimiz çok güzel bir örnektir.

Lenin, "birisinin bize gönderme inceliğinde bulunduğu 1899 yılı için Rusya Tasarruf Bankalarının resmi istatistiklerine bakalım" diye başladığı makaledeki verileri kullanarak, Marksizme saldıran liberallerin argümanlarını çürütüyordu.










Son İki Yılda Türkiye'deki Eğitim Sisteminden Bazı Kareler


Sadece gazete haberlerini alt alta koymak bile fazla bir yoruma gerek bırakmıyor. İşte son iki yılda burjuva diktatörlüğü altındaki Türkiye'de emekçi sınıflara reva görülen eğitimi gözler önüne seren haberlerden sadece bazıları:


"Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, öğretmen ihtiyacının 127 bin 242 olduğunu bildirdi." (Anadolu Ajansı)

*

"Milli Eğitim Bakanlığı, eğitim alanında yaptığı devrimlerle övünürken bazı kentlerde hala 100'ün üzerinde mevcudu olan sınıflar var." (Dünya Gazetesi)

*

"Milli Eğitim Bakanlığı'nın (MEB), 100 Temel Eser listesi içinde yer alan "Şeker Portakalı" kitabını derste ödev olarak okutan bir öğretmene kitabın müstehcen olduğu gerekçesiyle soruşturma açıldı. Öte yandan Fareler ve İnsanlar kitabı da  İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu tarafından ‘sakıncalı’ bulundu." (Dünya Bülteni)

*

"Esenyurt Ali Kul Çok Programlı Lisesi’nde öğrencilerden sınıfı geçirmeme tehdidi ile para toplayan öğretmenler, öğrencilerin tepkisine “Parayı veren sınıfı geçer” yanıtı verdi" (sendika.org)

*

Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya...'hukuki sonuçları olabileceği' gerekçesiyle öğrencilere oy hakkı vermeyi düşünmediklerini söyledi. (Hürriyet)

*

Tayyip Erdoğan’ın geçen yıl kaldırıldığını açıkladığı üniversite harçları, YÖK Yasa Taslağı’nda “katkı payı” adı altında geri geldi. (Hürriyet)

*

Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer öğretmenlerin atama istemesini “siyasi bir muhalefet çabası” olarak tanımladı. (Kızıl Bayrak)

*

Son 10 yılda özel okullarda öğrenci sayısı, yine Küçük’e göre yüzde 150 oranında arttı. Artışlarda ise sık sık gündeme gelen eğitim sistemi değişiklikleri temel etken oldu. (sendika.org)

*

Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Seydi Çelik girdiği derslerde Komünist Manifesto’yu okuttuğu için YÖK tarafından soruşturuluyor. (sendika.org)

*

Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, “Lise mezunu yetenek PISA Testi’nde Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) sonuncusuyuz.(t24)

*

Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı:

""Şimdi şüphesiz özellikle kayıt döneminde toplanan paraların velileri zor duruma düşürdüğünü biliyorum. Benim bu tür şikayetler konusuna verdiğim cevap şu; şüphesiz hiçbir okul yönetimi, velileri isteği, arzusu dışında bir takım ödemeler, aidatlar konusunda zorlamayacak ama şimdi çocuklarımızı dershanelere gönderiyoruz. Kardeşim sen çocuğunu gönderiyor musun? Gönderiyorsun. Ne kadar veriyorsun ? 100 lira veriyorsun. Peki okulun eksiği, gediği için 10 lira istemiş. Haftanın 5 günü bu okulda okuyor çocuk, senin okulun. İki günlük dershaneye 100 lira vermekten erinmiyorsun, bunu yük görmüyorsun, çocuğunun okuluna 5 liralık, 10 liralık katkıda bulunmak ağır geliyor. Her şeyi devletten beklemek anlayışımızı da değiştirmemiz lazım." (t24)

*

Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi'nin (ÖSYM) 2004 ile 2010 yılları arasında yaptığı sınavlarda "kopya" iddiasını inceleyen beş kişilik bilirkişi heyeti, ihalelerde yolsuzluk yapıldığını tespit etti. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, soruşturmayı derinleştirerek, o dönemde kurumda çalışan 70 kişinin daha ifadesinin alınması için Emniyet'e talimat verdi. ÖSS, ALES, ÜDS gibi sınvaları kapsayan bu ihalelerden 20'sinde 157 milyon liralık yolsuzluk tespit edildi. (t24)

*

Trabzon Milli Eğitim İl Müdürü Tamer Kırbaç; “Erkek öğrenciler ile kız öğrenciler aynı merdivenleri kullanarak uyumaya gitmeleri iki yıldır beni rahatsız ediyor, diken üstünde oturuyorum" sözleri kamuoyunda çokça tartışılacağa benziyor. (t24)

*

Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı: “Pek çok aile için meslek liseleri, imam hatip liseleri birinci önceliktir. Halktan ciddi anlamda imam hatip lisesi talebi var. Özellikle kız imam hatip liseleri konusunda ciddi bir talep var” (t24)

*

Milli Eğitim Bakanlığı'nın okul açılışları öncesi velilere gönderdiği mesaj:

"Anne-baba'nın kontrol çabaları erkeklerin problemli davranış göstermelerine neden olur. Kızlarda ise problemli davranışlar azalır."

*

Toplumun en yoksul kesimi ile en varlıklı kesimi arasında harcama grupları itibarıyla en büyük uçurumun eğitim giderlerinde olduğu görülüyor. Nitekim, En yoksul grupta yüzde 0.6 düzeyinde bulunan eğitim giderlerinin toplam harcamaları içindeki payı en varlıklı yüzde 20’lik grupta yüzde 4.1’e çıkıyor. Buna göre en varlıklı kesim eğitim için en yoksul kesimin 7 katından fazla harcama yapıyor. (Dünya)

*

Türkiye'de öğrencilerin performansındaki eşitsizlik dikkat çekiyor. En iyi öğrencilerin skoru Singapur'dakilerden yüksek. En başarısızların durumu ise Gana'daki öğrencilerden kötü. (hürriyetnews)

*

Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın gezdiği sınıflarda öğrencilere dağıttığı şair Cahit Zarifoğlu’nun kitaplarından bir alıntı:

"Uzak ülkelerden müslüman çocuklar rica ederim savaşmaya gelin. Ablam gelinliğini çıkardı çeyizinden sargı yaptı mücahitlerin yaralarına. Siz de oradan rica ederim savaşmaya gelin. Harçlıklarınızı hiç olmazsa mermi alalım için yollayın bize. Babam nişan yüzüğünü bile götürdü mermiler getirdi. Rica ederim, siz de oradan bir şey yapıp savaşmaya gelin.” (t24)

*

Tüm Din Hizmetleri Derneği, 1-7 Ekim tarihleri arasında ülke genelinde Camiler ve Din Görevlileri Haftası düzenleyecek. Etkinlikler arasında en dikkat çekicisi ise 6 Ekim’de Fatih camisindeki “7 Yaşındayım, Namaza Başlıyorum” etkinliği. 6-12 yaş arasındaki kız ve erkek çocuklarına yönelik düzenlenen etkinlikte Fatih camisine öğle namazına taşınacak çocuklara toplu namaz kıldırılacak. (t24)

*

Diyanet İşleri Başkanlığı kadrosunda bulunan 5 bin 360 personelin son 10 yıl içinde öğretmen olarak Milli Eğitim Bakanlığı’na geçtiği bildirildi. (t24)

*

Türkiye’de yaklaşık 70 bin öğretmen ücretli öğretmenlik yapıyor. Yani öğretmen açığı, sadece girdiği ders saati karşılığı maaş alan, lisans ve ön lisans mezunlarıyla kapatılıyor. Atanamayan öğretmenlerin pek çoğu da ücretli öğretmenlik yapıyor. (Dünya Bülteni)

*

Liselerden sonra ilkokullara da mescit yapılması için talimat verildi.

Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği'ne "Talep olması halinde ibadet ihtiyaçlarını karşılayacak uygun mekân ayrılabilir" ifadesini ekleyerek lise binalarında mescit açılmasına izin veren Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), ilkokullarda da mescit açılabilecek. Ankara Etimesgut İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü'nden ilkokul, ortaokul ve lise olmak üzere tüm resmi okul müdürlüklerine gönderilen yazıda, "Okullarımızda bay ve bayan mescidi düzenlenmesi hususunda hassasiyet ve özveri gösterilmesi" istendi. (bestanuce.com)

*

ÖSYM'nin verilerine göre, bu yıl yapılan YGS'de yaklaşık 900 bin aday fen, 420 bin aday da matematik testinde tek bir doğru dahi yapamadı (Taraf)

*

Dünyaca ünlü yazar Aziz Nesin’in ...“Şimdiki Çocuklar Harika” kitabını öğrencilerine tavsiye eden İstanbul Bahçelievler Kumport Ortaokulu’nda 13 Türkçe öğretmeni hakkında soruşturma başlatıldı. Gerekçe: “Küfürlü ve Türk aile yapısına uygun olmayan içerik.” (Kızıl Bayrak)

*

"...ilkokul mezunlarının yüzde 80’i ortaöğretime geçmesine karşın, ortaöğretim öğrencilerinin önemli bir bölümü, 9. veya 10. sınıfta okulu terk ediyor. 2013-2014 öğretim yılında, okula devam etmeyen öğrenci sayısı 174.625 oldu. Kız ve erkek öğrencilerin okullulaşma oranları arasındaki fark, illere göre değişiyor. Örneğin, ortaöğretimde Siirt’te, erkek öğrencilerde net okullulaşma oranı % 61.2 iken kız öğrencilerde bu oran % 46.4." (Kızıl Bayrak)

*

Öğretmen kontenjanlarında yüzde 5.17’lik bir daralma olurken, ilahiyatçı yetiştiren bölümlerin kontenjanlarında yüzde 43.36’lık bir artış var. Meslek alanları itibarıyla baktığımızda hiçbir alanda yüzde 17’nin üzerinde bir artış olmadığı dikkate alınırsa, ilahiyattaki artışı patlama olarak değerlendirmek yanlış olmaz. (Dünya)

*

Zorla imam hatip dönemi

Anadolu lisesine puanı tutmayan öğrenci, ikametine göre otomatik olarak imam-hatibe kaydolacak… (gercekgündem.com)

*

TÜİK’in açıkladığı,  “Genç Nüfusun Aldığı Eğitimden Memnuniyet Durumu” verilerine göre gençlerin yüzde 36.6’sı aldığı eğitimden ya az veya çok memnun değil. Yani 100 kişiden 36.6 kişisi istediği eğitimi yapamamış. (yeniçağ gazetesi)

*

Çocukları istekleri dışında imam hatibe yerleştirilen Alevi aileye Bakanlık okul müdürlüğü üzerinden “Okuturlarsa okutsunlar, okutmazlarsa açık liseden devam etsinler” yanıtını verdi. "Hiç kimseye kendi isteği dışında bir dinin, bir mezhebin eğitimi verilemez" diyen Eğitim Sen 5 No'lu Şube Başkanı Mehmet Aydoğan ise konuyu yargıya taşıyacaklarını belirtti. (t24)

*

Bu yıl hazırlanarak öğrencilere dağıtılan ders kitabında, “Bitki ve hayvanlar nasıl ürer, büyür ve gelişir” başlığı altında bitkilerin ve hayvanların üremesi anlatılıyor. İnsanlarla ilgili ise ‘üreme’ ve ‘döllenme’ konuları ise detayları olmadan anlatıldı. Kitapta üreme sadece kucağında bir bebek olan anne fotoğrafı ile temsil ediliyor. 6. sınıf öğrencilerine geçen yıl okutulan Fen ve Teknoloji dersi kitabında kaldırılan başlık altında insanların üremesi bilimsel olarak ve çocukların kavrayacağı şekilde anlatılıyordu. (t24)











Ekim Devriminden 97 Yıl Sonra Kapitalist Rusya

Rusya'da devlet firmalarında çalışan bazı yöneticilerin aldığı maaşlar açıklandı:
- "Rosneft" firması yöneticisi Igor Seçin günde 4.5 milyon ruble!
- "Gazprom" yöneticisi Aleksey Miller günde 2.2 milyon ruble!
- Rus Demiryolları yöneticisi Vladimir Yakunin günde 1.3 milyon ruble!
Bugün Rusya'da asgari ücret ayda 5.554 ruble! Avrupa Birliği'nin en yoksul ülkesi Bulgaristan'daki asgari ücretten %25 daha düşük bir ücret bu.
Ama Rus milyarderleri dünya zenginler kulübündeki yerlerini koruyorlar. Ülkenin ekonomisi bozulmasına rağmen 85 "süper zenginin" yaşadığı Moskova bu "alanda New York'u da geride bırakmış durumda.
İşte Ekim devriminden 97 yıl sonra kapitalist Rusya'dan bir sahne.
Şüphesiz Rusya proletaryasının bu milyonerler kulübünün mallarını tekrar kamulaştıracağı gün gelecektir.

Rus Emperyalizmi Üzerine Kısa Bir Alıntı

"Rus emperyalizminin Ukrayna ve diğer eski Sovyet Cumhuriyetlerinde yaşanan kanlı savaşlardaki sorumluluğu Batı ülkelerinin emperyalizmine ait sorumluluktan daha az değildir."
(Rusya Komünist İşçi Partisi Yayın Organı "Trudavaya Rossiya", Sayı 19 (430)

İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu

Aşağıda, İngiltere'de geçen hafta yüzbinlerin sokağa çıkmasına yol açan önemli bir ekonomik gösterge var.
İngiltere'de reel ücretler tarihin en düşük seviyelerinde.
2008 krizinden bu yana yüzde 10'luk bir düşüş söz konusu.

Güncel Haberlere Diyalektik Bakış

"Metafiziğin tersine diyalektik, dogayı, birbirinden kopuk, birbirinden tecrit edilmiş ve birbirinden bağımsız şeylerin, görüngülerin tesadüfi bir yığın olarak değil, fakat birbirine organik olarak bağlı ve birbirini koşullandıran şeylerin, görüngülerin birbirine bağlı yekpare bütünü olarak görür." (Stalin, Diyalektik ve Tarihi Materyalizm Üzerine)
Bu hafta gazetelerde çıkan ve ilk bakışta birbirinden bağımsız gibi görünen bazı haberleri sıralayalım:
1) "Emniyet Genel Müdürlüğü 2015 yılında bir buçuk milyondan fazla gaz ve ses-ışık bombası almayı planlıyor."
2) "...son bir ay içinde Kobanê direnişine destek eylemlerinin ardından Kuzey Kürdistan ve Türkiye'den 2137 kişinin gözaltına alındığı, en az 530 kişinin de tutuklandı"
3) "Son iki ayda en az 10 bin adet lüks otomobil satılırsa, 2013'ün 65 bin adetlik tarihi rekoru kırılacak. Ancak beklentiler lüks otonun 70 binin üzerine çıkacağı yönünde"
4) "Enflasyonun yüzde 9 olduğu bir ortamda memur, işçi ve emekliye bu yıl yaklaşık yüzde 6 oranında zam yaptı."
5) "Babacan’ın açıklamalarına göre Hazine 3 büyük proje için müteahhitlerin Türk bankalarından kullandıkları kredilere bugüne kadar 5.3 milyar dolar Hazine garantisi vermiş."
6) "TÜİK tarafından 2010 yılı 100 kabul edilerek oluşturulan sanayi üretim endeksi, şimdiye kadarki en yüksek düzeye eylül ayında çıktı. 2010 yılı ortalaması 100 olan endeks, bu yıl eylülde 129'a ulaştı."
7) "Emeklilik için prim günü dolmuş olup yaşı bekleyenlere emeklilik hakkı torbaya girmedi"
Bu haberleri "tesadüfi bir yığın olarak değil, fakat birbirine organik olarak bağlı ve birbirini koşullandıran şeyler" olarak değerlendirdiğimizde karşımıza belli bir azınlığın devletin kendilerine sunduğu destekten de güç alarak sürekli zenginleştiği, büyük çoğunluğun devletin yasa ve baskısının da yardımıyla kitlesel bir şekilde yoksullaştığı, diğer baskı türlerinin yanı sıra Kürt halkı üzerinde ulusal baskının da yoğun bir biçimde uygulandığı ve aslında tam da bu nedenlerden ötürü kendi sonunun koşullarını hazırlayan kapitalizm çıkmaktadır.

Barış Koşulları

Türkiye'de kapitalizmin dayattığı bazı barış koşulları:
- 12 yılda en az 14 bin 455 işçinin yaşamını yitirmesi,
- bu sayının kat kat üstünde işçinin sakat kalması,
- enflasyon karşısında sürekli eriyen asgari ücretler,
- her sene daha fazla zorlaşan yaşam,
- işsizlik (“res­mi­” iş­siz­le­rin sa­yı­sı­ 3 mil­yo­n, genç işsizlerin oranı %17)
- borç köleliği (takipteki kredi kart borcu 5 milyar 132 milyon TL)
- çocuk işçi sömürüsü (toplam 24.8 milyonluk istihdam rakamının 1.3 milyonu 15-19 yaş arasında - resmi rakamlara göre!)
- 1 yıl içerisinde cezaevine girip çıkan çocuk sayısı 10 bine yakın
- Kadına yönelik sistematik şiddet (2014’ün ilk 9 ayında 207 kadın cinayeti işlendi)

10 Kasım 2014 Pazartesi

Revizyonizm ve "Komünist" Partilerin Oy Oranları



Aşağıdaki grafikte yirminci yüzyıl Avrupası'nın belli başlı politik akımlarının aldıkları oy yüzdeleri verilmiş. Türkçe taramada rakamlar iyi çıkmadığı için aşağıya İngilizce'sini de koyuyorum.
Dikkat çekmek istediğim nokta Komünist Partilerin aldığı oylar.
Stalin döneminde iktidara oyla gelme hayali hiçbir zaman kurulmadığı halde Komünist Partilerin oy oranlarının sürekli arttığını görüyoruz.
Barışçıl geçiş hayallerinin kurulduğu ve seçimlerle iktidara gelinebileceği iddiasını taşıyan SBKP XX. Kongresi'nden (1956 yılından) sonra ise oylarda sürekli bir düşüş var.
Görüldüğü gibi revizyonist dönemde, Stalin dönemindeki faşizm ve savaş gibi güçlüklerin olmadığı, Komünist Partilerin mücadele sayesinde legalleştiği koşullarda "Komünist" partiler yılların itibarını yok ediyorlar.
(Kaynak: Terrens K. Hopkins, Immanuel Wallerstein, s. 221)




8 Kasım 2014 Cumartesi

Küba’da Sosyalizm Değil Kapitalizm Gelişiyor

Geçen ay açıklanan rakamlara göre “kendi hesabına çalışan işçilerin” sayısı Küba’da 476 bine çıkmış.

Ama Küba’daki partinin oportünist terimleriyle değil, gerçeğin gözünün içine bakan komünistler gibi konuşalım. “Kendi hesabına çalışan işçi” de ne demek? Burada sözü edilen düpedüz küçük burjuvazidir.

Burada asıl çarpıcı olan ülkede çok sayıda küçük burjuva olması değil. Ülkede gerçek bir komünist partisi varsa, gerçek bir proletarya diktatörlüğü varsa işçi sınıfı bu küçük burjuva kitleyi uzun vadede büyük ekonomik birimler halinde birleştirir, disipline eder, eğitir,  komünizme hazırlar.
Asıl sorun, genel iktisadi eğilim ve Küba yönetiminin bu iktisadi eğilime bilinçli olarak hız veren politikaları.

“Kendi hesabına çalışan işçi” sayısı 2010 yılında 157 binden 2014 yılında 476 bine çıktıysa, her sene seksen bin kişilik bir kitle küçük burjuvazinin saflarına katılıp bir miktar toplumsal sermayeyi parçalıyorsa, orada bir sorun vardır.

Marksizm-Leninizmin sosyalizmin inşasında küçük ölçekli üretime yönelik tavrı açıktır:

“Sosyalizm bütün toprak ve fabrikaların işçi sınıfının eline geçmesini talep eder; işçi sınıfı bütüncül bir planı takip ederek - dağınık ve küçük ölçekli değil - büyük ölçekli üretimi örgütleyeceklerdir.” (Lenin, Kalinin’in “Köylü Kongresi” Makalesine Ekler)

Lenin böyle diyor. Peki Küba Komünist Partisi bu yolu izliyor mu?

Hayır, bu yolu izlemiyor. Aslında tam tersi bir yolu izliyor.

 2010 yılında Raul Castro hükümeti 181 farklı dalda serbest meslek sahibi olmanın önünü açan yasayı onayladı. Amaç, “sosyalist Küba modelini güncellemek” ve “yeni çalışma biçimleri” ortaya çıkarmak, devletin ekonomideki rolünü azaltmaktı.

2011 yılında ise kapitalizmin gelişimi yönünde daha “radikal” bir karara imza atıldı. Devlet sektöründe çalışan bir buçuk milyon kişi 2015 yılına kadar işlerinden atılmış olacaktı. Gerekçe ise ilginç: “Üretimi ve verimliliği teşvik etmek”.

 Buradaki ideolojik iflas tablosu kararın yıkıcı ekonomik sonuçlarından da daha da kötü.

Sovyetler Birliği’ni yıkanlar da “verimlilik” adına kitlesel işsizliği savunmazlar mıydı? Bu, sosyalist sistemin kapitalist sisteme üstünlüğünü reddetmek, asalak burjuvaziyi işçi sınıfından daha üretkenmiş gibi göstermek yani düpedüz kapitalizm propagandası yapmak değil de nedir?

 2011 “reform”larının bir başka önemli özelliği de bu “kendi hesabına çalışan işçi” diye tanımlanan küçük burjuvalara sözleşmeli işçi tanıma hakkının gelmiş olmasıydı. Bu, artı-değer üretiminin, sömürünün önünün açılması demektir.

Demek ki Küba devleti sadece “kendi hesabına çalışan işçi”yle yetinmiyor, bir de başkalarının  hesabına çalışan işçiler de yaratmaktan çekinmiyor.

2013 yılının Aralık ayında bu sektöre kredi kolaylıkları sağlanacağı da açıklandı.

Bu “reformlarla ilgili daha ayrıntılı İspanyolca bilgi için: (www.trabajadores.cu/20141024/en-cuba-mas-de-476-mil-trabajadores-por-cuenta-propia/)

 Küba Ekonomi Bakanlığı’nın kendi yayınlarında ifade ettiğine göre beş yıl içinde bu sektörün tüm üretimin en az yüzde 40’ını yapması hedefleniyor.

Bu parti gerçekten komünist olsaydı tüm gücüyle meta üretiminin ve piyasanın alanını daraltmaya, toplumsallaşmış mülkiyetin ve üretimin alanını genişletmeye çalışırdı. Ama hiç çekinmeden ifade ettikleri gibi tam tersini, meta üretiminin etki alanını genişletmeye çalışıyorlar.

Ekonomi Bakanlığının açıklamasına göre “kendi hesabına çalışan” sektör durağan değildir, sürekli hareket halindedir ve sürekli “mükemmelleşmeye” çalışmaktadır.

Doğru, gerçekten de, Marx’ın Kapital’de gösterdiği gibi küçük üretim durağan değildir. “...küçük üretim, durmadan, her gün, her saat, kendiliğinden gelme bir tarzda ve geniş ölçülerde kapitalizmi ve burjuvaziyi doğurur. (Lenin, “Sol”” Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı)”.

Özellikle de devlet teşviği görüyorsa küçük burjuvanın bir kısmı çok daha hızlı büyür. Sayılarının dört yıl içinde 157 binden 2014 yılında 476 bine çıkmasının da dışında (ki bu rakam ekonomik olarak aktif nüfusu 5 milyon olan bir ülke için hiç de küçük bir rakam değildir) bunların toplumsal etkileri de hızla artması kaçınılmazdır. Biriktirilen, büyüyen her sermaye bürokratların satın alınmasını, böylelikle önünü açan yeni yasaların çıkmasını kolaylaştıracaktır.

Şimdiye kadar anlattıklarımız yerli burjuvaziye verilen teşviklerle ilgiliydi.

Bir de uluslararası sermayeye gösterilen kolaylıklar var ki, bu alanda yapılan reformların Çin ve Vietnam’da zamanında yapılan reformlardan ciddi bir farkı yoktur.

16 Nisan 2014 tarihli Yabancı Yatırım Yasasından söz ediyoruz.

Aslında Küba’da 1995 yılında çıkarılmış bir Yabancı Yatırım Yasası vardı.  Ama bu yasada uluslararası sermayenin hoşuna gitmeyen bazı maddeler vardı. Örneğin yabancılar ancak %49’luk bir paya sahip oluyorlar, geri kalan %51 devlete ait olacak biçimde karma şirketler oluşturmak zorunda kalıyorlardı, karlardan alınan vergiler yüksekti, kar transferi kolay yapılamıyordu. Buna rağmen yüzmilyonlarca dolarlık sermaye özellikle de turizm alanına girdi. Bu sektörün Küba toplumuna ne kadar zarar verdiği çok anlatılır.

16 Nisan 2014 tarihli Yabancı Yatırım Yasasında ise sağolsunlar, bu zorlukların hepsini elbirliğiyle kaldırmışlar.  (Yasanın İspanyolcası şuradan incelenebilir: http://www.granma.cu/cuba/2014-04-16/asamblea-nacional-del-poder-popular)

Artık yüzde yüz yabancı sermayeli firmalar kurulabilecek. Yasada yatırımcıya önemli güvenceler veriliyor.

4.1’inci maddede firmaların kamulaştırılamayacağı belirtilmiş.

7.1’inci maddede belirtildiğine göre yabancı firma istediği anda şirketini devlete satıp çekip gidebilecek. Başka deyişle, sermayeye sonsuz hareket serbestisi tanınmış.

32’inci maddede firmanın Küba’da üretim yapıp buradan ihracat yapabileceği belirtiliyor. Aynı maddede işçilikle ilgili olarak yabancı firmalara özgü düzenlemelere gidilebileceği belirtilmiş. Burası oldukça önemli. Çünkü Küba’nın limanları, yolları, elektrik sistemi vs. yabancı sermaye için hiç cazip değil. Tam tersine, bunların durumu Haiti dışındaki pek çok Latin Amerika ülkesinden kötü. 

Henüz ülkeye fazla yabancı sermaye girişi olmamış, deneyim birikimi yok, o yüzden yatırımcılar çekiniyor. O halde yabancı sermayeyi çekmenin tek bir yolu kalıyor: ucuz işgücü. Yabancı firmalar işçilerle Devlet İş Kurumu üzerinden sözleşme imzalayacak. Bu da, işi bilen uyanık burjuva için gizli bir mesaj aslında.

Çünkü devlet tarafından kontrol edilen ücret düzeyleri üzerinden anlaşılacaksa Kübalı işçi ayda 20 dolara çalışacak.

Bu da tıpkı Çin ve Vietnam’da yapıldığı gibi, başlangıç aşamlarında yabancı sermaye için son derece ucuz emek gücü tedariği demektir.

 İki maddeyi de hızlıca inceleyip bu konuyu kapatalım. 35. maddede yabancı firmaların kişisel gelir vergisinden, 41. maddede ise gümrük vergisinden muaf tutulacağı belirtilmiş.

Özetle Küba yönetimi içeride ve dışarıda burjuvaziye göz kırpıyor.

Bir sonraki adım nedir?

“Kendi işini kurmuş Kübalıların” ve ABD’nin Miami eyaletinde ikamet eden sürgün Kübalıların İnternetteki sızlanmalarını okumak bu konuda bir fikir verebilir.

Onların istediği yabancı sermayeye verilen hakların kendilerine de verilmesi. Vergi ve ihracat kolaylıklarından, kar transferi imkanlarından onlar da yararlanmak istiyor. “Yabancıya verdiğiniz izni biz Kübalılara neden reva görmüyorsunuz?” Söyledikleri budur.

Bu şartlar altında istediklerini yaptıracakları anlaşılıyor. Önlerindeki engellerin “verimlilik adına” bir bir kaldırılması muhtemeldir.

Son olarak, Çin emperyalizminin tüm bu reformları desteklediğini belirtelim.

6 Kasım 2014 Perşembe

ABD - Bolluk İçinde Yokluk

"Bir ülkenin üretken nüfusu toplam üretken olmayan nüfusuna göre ne küçükse o ülke o kadar zengindir... Çünkü üretken nüfusun görece küçüklüğü görece emek üretkenliği derecesini ifade etmenin sadece bir başka yoludur." (Marx, Artı-Değer Teorileri, Adam Smith)

Marx'ın bu sözlerini kapitalizmin en çok geliştiği ülke olan ABD'yi düşünerek ele alalım.


Tablo, 1840-2010 arası uzun bir dönemi kapsıyor. Alt göstergede yıllar, sol üst göstergede ise yüzde oranları belirtilmiş. Mor çizgi tarım sektöründe, açık mavi çizgi hizmet sektöründe, siyah çizgi ise sanayi sektöründe çalışan işçilerin toplam işçi sayısı içindeki paylarını gösteriyor.

Görüldüğü gibi 1840 yılında tarım işçileri tüm işçilerin yüzde 70'ine yakın kısmını oluştururken, sanayi işçileri yüzde on düzeyinde bile değil.

Bu tarihten itibaren tarım işçisi sayısının sürekli düştüğünü görüyoruz.

Günümüzde ise tarım işçisi sayısı son derece düşük. İşçilerin yüzde seksene yakını hizmet sektöründe ve ancak yüzde 20'si sanayide çalışıyor. Yani bu kadar işçi ABD'nin yıllık 1.7 trilyon dolarlık sanayi üretimini gerçekleştiriyor.

Ortada ne kadar büyük bir üretici güç olduğunu siz düşünün.

Bilimin ve tekniğin sağlamış olduğu bu müthiş üretim kapasitesi herkesin çıkarına kullanılacak olsaydı insanın payına düşen emek miktarı büyük oranlarda düşürülebilir, toplumsallaşmış bireyin kendisini ve tüm geliştirmesinin önü açılırdı. Ama üretici güçlerin böylesine gelişmesine rağmen üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin söz konusu olduğu günümüz koşullarında üretim bu amaçlarla değil, kar amacıyla yapıldığı için her türlü “gelişim” yoksullaşmayı beraberinden getiriyor.

Sermaye birikimi ve sermaye yoğunlaşması “fazla” işçi nüfusuyla el ele gider. Bir ülkenin üretken nüfusü, toplam ürüne oranla ne kadar küçükse bu ülke o kadar zengindir çünkü artı ürünü üretmek için daha az işçiye gereksinim duyuyor demektir. Ama toplumsal zenginlik ne kadarsa, yedek sanayi ordusu da o kadar fazladır. İşçi sınıfının çalışan-aktif kesiminin çalışmayan-yedek sanayi ordusuna (en iyi ihtimalle ABD örneğinde gördüğümüz gibi hizmet sektöründeki üretken olmayan işçi ordusuna) oranı ne kadar düşükse, toplumdaki sefalet o kadar fazla olur. Sermaye birikiminin genel ve mutlak yasası budur. Sermaye biriktikçe onu üreten işçi sınıfı için sefalet, cehalet, akıl hastalığı, kölelik de birikir.

ABD emperyalist bir ülke olup başka halkları yağmalayarak elde ettiği muazzam miktardaki ekstra-artı değere rağmen kapitalist gelişmenin getirdiği tüm olumsuzlukları ABD halkına yaşatmaktadır.

Bazı örnekler vermek gerekirse:

- Elli milyon Amerikalı yoksulluk içinde yaşamaktadır.

- 47 milyon kişi gıda karnesiyle karnını doyurmakta, 17 milyon kişi açlık sınırına yakın yaşamaktadır.

- Ömrünü çalışarak geçirmiş yaşlı nüfusun yarısı (20 milyon kişi) her an yoksulluğa düşme tehlikesi altındadır.

- Her beş Amerikalıdan dördü işsiz kalma tehlikesini hissettiğini söylemektedir.

- Amerika genelinde 301 binden fazla ev boştur. Evlerin boş olmasının nedeni ise insanların bankalara olan konut kredisi borçlarını ödeyememeleridir.

- Krizden sonra bankaların el koyduğu evlerin sayısı bir buçuk milyon.

- Amerika genelinde 10,9 milyon ev sahibi konut kredisi borcunu ödeyememe riski ile yüz yüzedir.

-  1990 - 2010 arasında ABD'de intihar vakaları yüzde 30 oranında artış göstermiştir.

- Ruh sağlığı tedavisi gören kişi sayısı son 15 yılda ikiye katlanarak 11.5 milyona yükselmiştir.

- ABD'de 70 milyon insan düzenli olarak uyuşturucu madde kullanmaktadır. 60 milyon insan ise düzenli olarak alkol almaktadır. 22 milyon kişinin kullandığı uyuşturucu illegal tipte uyuşturucudur. 60 milyon düzenli alkol alan kişi arasında 58 milyonu "ciddi alkol sorunu olan" kişiler olarak nitelenmektedir.

- İki buçuk milyon insan hapishanededir. ABD dünyada en çok tutuklu nüfusu olan ülkedir. Tutuklu sayısı, mühendis ve öğretmen sayısından fazladır. Tutuklu sayısındaki artış aşağıdaki grafikte çarpıcı bir biçimde görülmektedir:



- ABD polisinin silahlandırılması için ayrılan bütçe 1987 yılından beri %120 oranında artmıştır.


Bütün bunlar, özellikle de yukarıda göstermeye çalıştığımız muazzam toplumsal zenginlik ve son derece gelişmiş üretici güçlerin bulunduğu koşullarda büyük bir çelişki gibi durmaktadır. Bolluk içinde yokluk...

Ama bu, kapitalizmin kendi çelişkisidir. Çünkü kapitalizmde yokluk çalışan kitlelere kalırken, bolluğu burjuvazi alır götürür. ABD'de nüfusun yüzde birlik kısmı toplam servetin yüzde 20'sine sahiptir.

Aşağıdaki grafik eşitsizliğin kapitalizm geliştikçe nasıl arrtığını göstermektedir. Mavi çubuk 1967-1980 arasını, yeşil çubuk 1980-2009 arasını göstermektedir. 1967 yılında en alt gelir düzeyine sahip yüzde 5'lik kesim toplam servetin yüzde %16'sına sahipken en üst gelir düzeyine sahip yüzde 5'lik kesim yüzde 8'lik bir paya sahipti. Bugün ise en alt gelir düzeyine sahip yüzde 5'lik kesim toplam servetin sadece yüzde 8'ine sahipken en üst gelir düzeyine sahip yüzde 5'lik kesim  yüzde 42 gibi muazzam bir paya sahip hale gelmiştir.