22 Haziran 2015 Pazartesi

Tekstil İşçisi Arkadaşların Dikkatine

Aşağıda çevirisini yaptığım haber özellikle tekstil sektöründe çalışan işçi arkadaşları ilgilendiriyor.

Teknolojik gelişmeler elbise üretimi gibi "emek-yoğun" olarak tanımlanan sektörlere de yavaş yavaş otomasyonu sokmaya başlıyor.

Tabii ki kapitalistler bu teknolojileri toplumun iyiliği için geliştirmiyorlar. Onları asıl ilgilendiren makinenin fiyatıyla onun yerini aldığı işçilere ödenen ücret miktarı arasındaki farktır. Eğer makinenin fiyatı (teknolojik gelişimden dolayı) düşüyorsa ve diğer taraftan işçiler haklarını arayıp ücretlerini yükseltiyorlarsa kapitalistin aklına yeni teknolojiyi kullanmak gelir.

Şu anda tam da bu oluyor. Bir taraftan makineler gelişiyor. Örneğin bir dört yaşındaki bir çocuk bile hiçbir çaba göstermeden bir bardağa "bardak" diyebilir. Ama bunu bir makinaya, bir bilgisayara anlatmak zordur. Bardağın pek çok özelliğini (boyutunu, koordinatlarını vs.yi) bilgisayara tanımlamak gerekir. Bundan on yıl önce bilgisayarların işlemcileri zayıf olduğu için çok sayıda veriyi işlemden geçirmesi güçtü. Ama şimdi bilgisayarlar güçlendi. Artık bardağa bardak demekte bilgisayarlar eskisi kadar zorlanmıyorlar. Bu da pek çok işin daha kolay otomasyonunu sağlayacak.

Diğer taraftan, özellikle Asya'da işçiler insanlık dışı çalışma koşullarına karşı isyan edip ücretlerini yükseltiyorlar.

İşte bu iki eğilim güçlendikçe burjuvazi teknolojiye başvuruyor. Artık otomasyonun tekstil gibi sektörlere daha fazla girmesi yeni bir gelişme.

Ama "normal şartlarda" insanlığa hizmet etmesi gereken bu makineler patronların özel mülkiyeti olduğu için pek çok işçinin işini kaybetmesine yol açacak, bolluk getireceğine sefalet getirecek.

Bu yüzden, daha iyi çalışma koşulları ve daha yüksek ücretleri haklı olarak talep eden işçi arkadaşların şunu düşünmelerinde fayda var: daha iyi koşullar ve ücretler için mücadele edip bunu kazanmak çok güzel, çok olumlu bir gelişmedir. Ama burada durmamak gerekir. Çünkü burada durursak asıl sorunumuzu çözmüş olmayız. Patron ya fabrikayı kapatır ya da daha iyi bir makine getirerek bizi işyerinde "gereksiz" hale getirebilir. Bu yüzden mücadeleyi sonuna kadar götürmek, sınıf olarak siyasi iktidarı hedeflemek ve patronların fabrikalar üzerindeki özel mülkiyetine son vermek gerekir.

Söz konusu son derece önemli teknolojik gelişmeyle ilgili çeviri ve videoyu aşağıda bulabilirsiniz:

"Emek yoğun pekçok iş gibi elbise dikimi işi de Asya başta olmak üzere düşük ücretlerin verildiği ülkelere kayar. Buralardaki fabrika koşulları korkunçtur Ülkeler geliştikçe ve ücretler yükseldikçe dikim işi de bir sonraki en ucuz yere göç eder: Çin'den Bangladeş'e ve şimdi de dışı açılmakta olan Myanmar'a (Burma'ya) gider. Acaba robotik bir dikiş makinesinin gelişimi ile birlikte bu sermaye göçü de son bulacak mı?

"Artık kumaşın bozulmasın söz konusu değil, eskiden kumaş bozulduğu için dikme işi otomatikleşmiyordu" diyor Atlanta'da bulunan bir tekstil makinesi Üreticisi olan  Softwar Automation Şirketinin sahibi Steve Dickinson.

Bu şirket otomatik dikim ile ilgili sorunları bir dizi yolla aşan makineleri geliştiriyor. Bu makineler bir bilgisayara bağlı kameralarla dikim işlemini takip ediyorlar. Araştırmacılar daha önce de kameralı makineyi kullanmayı denemişlerdi. Örneğin kameralara bir kumaş parçasının ucunu tespit ettirip dikilecek yeri belirletiyorlardı.

Buna karşılık söz konusu şirket saniyede bin kareye varan yüksek hızlı fotoğraf çekimi uygulayarak makinelerin dikim de doğru yeri bulma oranlarını büyük ölçüde artırdı. Çekilen fotoğraflar bir bilgisayar programı kullanılarak yeni bir işlemden geçiyor ve böylece daha yüksek bir kontrast düzeyine ulaşılıyor. Bu daha canlı görüntü bilgisayarın kumaştaki tek tek ilmikleri algılamasını sağlıyor. Bu sayede her bir iğne vuruşuyla kumaşta oluşan bozulmalar son derece kesin bir biçimde ölçülebiliyor. Ayrıca bu ölçümler sayesinde makina içine yerleştirilen küçük bir düzenek kumaşı hafifçe çekmek suretiyle Her şeyin pürüzsüz ve eşit hizada olmasını sağlayacak küçük ayarlamaları sürekli yapıyor.

Şirketin bir yöneticisi geçen yıl robotlar aracılığıyla kumaş parçalarını dikmeyi başardıklarını Ve şu anda geliştirdikleri bir makinanın mükemmel bir daire biçiminde dikim yapabildiğini söylüyor. Bu daire biçimindeki dikimleri ancak yüksek derecede yetenekli insan operatörler yapabiliyor ancak.

Ama dikim işi sürecin sadece bir parçası. Elbiselerin çok pek çok farklı kumaş parçasından oluşturuluyor. Örneğin tipik bir kot pantolon 20 ya da daha çok parçadan oluşuyor. Bu da robotik dikiş makinesinin aynı zamanda malzemeyi alıp bunu makinenin uygun yerine yerleştirmesi Ve dikim bittikten sonra bunu yerinden almasını gerektiği anlamına geliyor. Şirket bunu yapabilmek için bir malzeme toplama sistemi geliştirdi. Bu sistem kumaş parçalarına almak için vakumdan yararlanıyor. Aldığı kumaşı bir başka makine götürüyor ve bu makine de kesim, dikim, düğme ekleme Ve bir dizi başka son işlemi gerçekleştiriyor. Bu sistem yeniden programlanabilir olduğu için kolayca belirli büyüklükte malzemeden farklı büyüklükteki malzemelere geçiş yapabiliyor.

Bu sistem Amerika'daki fabrikaları bu yılın sonunda ulaşacak. Ama bu sistemin fabrikalarda yaygınlık kazanması önümüzdeki yılı bulacak.

Bir piyasa araştırma şirketinin verdiği bilgilere göre Asya'daki giysi üreticilerinde çalışan işçilerin daha iyi koşullar talep etmeleri pek çok fabrikayı otomasyon arayışına götürdü. Software Automation yöneticileri de bir Bangladeşli fabrikanın ürettikleri teknolojiye ilgi duyduklarını belirterek yukarıda söylenenleri destekliyor.

http://www.economist.com/news/technology-quarterly/21651925-robotic-sewing-machine-could-throw-garment-workers-low-cost-countries-out

https://www.youtube.com/watch?v=0GG3CEMVSwM

20 Haziran 2015 Cumartesi

Syriza'nın "Kırmızı Çizgi"si

Bazıları soruyor: Syriza teslim olur mu? Direnir mi?

Sorun şu ki, Syriza diz çöktü bile. "Kırmızı çizgi"si falan kalmadı. Seçim öncesi verdiği sözlerin pek çoğunu "unuttu" bile.

Kamu borcunun tamamının iptali veya bir kısmı iptali talebini bir kenara bıraktı. 
Bir önceki hükümetle yapılan anlaşma çerçevesinde  dayatılan  özelleştirmelerin çoğunu kabul etti. 

Çeşitli alanlarda vergi artışına razı oldu. 

ş yaşamındaki reformları" 'yapmak için istekli olduğunu belirtti,  daha yüksek asgari ücret uygulamasını ve görevden atılan binlerce  personelin yeniden işe alınmasını erteledi.

Bunları daha ayrıntılı incelemek isteyenler, özellikle de "biz Syriza'yız" diyen arkadaşların okuması için aşağıdaki dökümanda Syriza hükümetinin "troyka"ya yaptığı son teklifin İngilizce tam metni var:

https://thenextrecession.files.wordpress.com/2015/06/greece-debt-proposals-47-pager-jun-2015.pdf

Özetle Syriza diz çökmüş durumda.

O halde IMF ve AB ne istiyor?

"Diz çökmen yetmez, sürünmen gerek; elektrikte KDV'yi yüzde on artır, en yoksul emeklilerin maaşlarını düşür" diyorlar.

Syriza'ya fazla gelen bu.




Burjuva Toplumda Sanat






























Bu tabloda tüm dünyada sanat eserlerinin toplam satış miktarını görüyoruz.

Geçen yıl 51 milyar avro (68 milyar dolar) değerinde sanat eseri satılmış. Geçen seneye göre yüzde yedilik bir artış var.

Hiç şüphe yok ki bu paraları verenler, Haiti'li bir yoksul, Suriyeli bir göçmen ya da ABD'li bir işçi değil. Bu eserler tüm dünyanın kanını emen, tüm zenginlikleri kendisinde toplamış olan son derece "beyefendi", "sanat sever" finans ve sanayi tekellerinin güzide sahip ve yöneticileri.

Burjuva toplumda her şeyin olduğu gibi sanatın sahibi de onlar.

Proletarya üretim araçlarını toplumsallaştırınca sanat da bu son derece kibar ve değerli beyefendilerin  tekelinden kurtulup tüm toplumun beğenisine sunulacaktır.

Dolar Borçlusu Türk Patronlar


Bu tabloda bazı ülkelerdeki finansal kesim dışı şirketlerin borçlarının milli gelirlerine oranı gösteriliyor. Türkiye orta sıralarda.

Ama burada son derece önemli bir detay var. Dikkat edilirse borçlar yerel para birimi, dolar ve diğer para birimlerine göre ayrılmış. Mavi renk yerel para birimiyle alınan borçlar, kırmızı renk dolarla alınan borçlar, yeşil ise diğer para birimleriyle alınan borçları gösteriyor.

İşte Türkiye'deki patronların yumuşak karnı tam da burada. Çünkü görüldüğü gibi Türkiye'de patronların diğer ülkelerin patronlarına göre çok daha fazla dolar borcu var.

Bu yüzden doların yükselmesinden bu kadar korkuyorlar. Dolar yükseldikçe borçları yükselecek.

Bu yüzden Türkiye'ye yönelik sermaye ihracının ("sıcak paranın") kesilmesinden bu kadar korkuyorlar. Ülkeye giren sermaye dolar olarak ülkeden çıkacak, bu da doları yükseltecek.

Bu yüzden herkesten çok saldırgan olmak zorundalar.

Sermaye İhracının Bağımlı ve Sömürge Ülkelere Etkisi





"Emperyalizm, tekellerin ve mali-sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir." (Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması)

Bir IMF raporundan alınan bu grafik "gelişmekte olan" ülkelerin (bağımlı ya da sömürge ülkelerin) büyümesi (mavi çizgi) ve bu ülkelere yönelik sermaye ihracı (kırmızı çizgi) arasındaki bağlantıyı gösteriyor.

Sermaye ihracı artınca bağımlı ya da yarı sömürge ülkelerde büyüme de artıyor, azalınca büyüme de azalıyor.  

  

Örgütlenme Yoksa Sömürü Var


Bu grafik sendikalı işçi sayısıyla grevde "kaybedilen" iş günü arasındaki ilişkiyi gösteriyor.

En altta yıllar var. 1931'den 2014'e kadar.

Mavi çubuk grevde "kaybedilen" iş gününü gösteriyor. Kırmızı çizgi ise sendikalı işçi sayısını. Özellikle 90'ların başından itibaren sendikalı işçi sayısı düşünce grevde "kaybedilen" iş günü de azalıyor. Sendikalılığın en fazla olduğu dönemde ise en fazla grev yapılmış.

Dikka çeken son bir nokta. Bugün, bu düşüşe rağmen 30'lu ve 40'lı yıllara göre sendikalı işçi sayısı daha fazla. Ama grevle geçen günler o tarihlere göre daha az. Demek ki, sendikalı olunca da her şey bitmiyor. Nasıl bir sendikada örgütlenildiği önemli. 30'lu ve 40'lı yıllarda sendikalar genellikle komünist partilerin etkisi altındaydı. Bugün ise "kavgacı" sendikaların sayısı daha az.

Emek Üretkenliği Üzerine Bir Not


Emek üretkenliğinin özellikle de emperyalist ülkelerde aldığı boyutu gösteren bir alıntı:

"Otomobil, uçak ve tren üretiminde çalışan işçiler bir saatte 2009 yılına göre %56 daha fazla üretim yapıyorlar. 2005'ten 2009'a otomobil sanayisi yılda işçi başına 9.3 araç üretirdi; 2010-2014 arasında işçi başına 11.5 araç üretmeye başladı."

http://www.economist.com/news/britain/21652310-britains-stall-productivity-more-serious-any-rich-world-peer-closer-look

19 Haziran 2015 Cuma

Medyada Tekelleşme

"Her çağda hakim sınıfın fikirleri hakim fikirler haline gelir, başka deyişle, toplumun maddi gücüne hakim olan sınıf aynı zamanda bu toplumun hakim entellektüel gücüdür. Elinde üretim araçlarını bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da elinde bulundurur; öyle ki, genel anlamda konuşursak, zihinsel üretim araçlarına sahip olmayanların fikirleri, bu araçlara tabidir. Hakim fikirler hakim maddi ilişkilerin ideal ifadesinden, fikir haline gelmiş hakim maddi ilişkilerden başka bir şey değildir. (Marx, Alman İdeolojisi)

Bu durumun emperyalizm çağında aldığı son boyutla ilgili bir fikir edinmek için bu alıntıyı aşağıdaki haberle karşılaştıralım:

"ABD'li komünikasyon devi Charter, Time Warner Cable'ı bünyesine katmak için 56 milyar doları gözden çıkardı.

ABD'nin üçüncü büyük kablolu televizyon ve telekomünikasyon şirketi Charter Communications, sektörün ikinci büyük şirketi Time Warner Cable'ı satın almak için 56 milyar dolara anlaştı."

http://www.fortuneturkey.com/abdli-medya-devi-charter-time-warneri-satin-aldi-13479

Böylece, bu şirketleri yutan Charter Communications ABD'de 75 milyon kişinin abone olduğu bir devasa bir medya ağına hükmedecek.

Tekellerin Haritası



Lenin’in “Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” broşürünü yazalı neredeyse 100 yıl olacak.

Rekabet ve bunalımla yan yana var olan tekeller üretimi toplumsallaştırmaya, dev işletmeleri bir bütün halinde birleştirmeye devam ediyorlar. Ama bütün bu devasa işletmelerin üretim araçları hala kapitalistlerin özel mülkiyeti durumunda. Çok küçük bir azınlık muazzam servetlere sahipken milyarların bu müthiş üretim imkanlarının ortasında sefalete mahkum olmasının temel nedeni budur.  

Toplumun üretici güçleri, kapitalist üretim ilişkilerinin dar sınırlarına artık sığmayacak bir gelişme düzeyine ulaşmıştır. Bu ifade “eskimek” bir yana Lenin’in döneminden çok daha fazla daha fazla geçerlidir. Kapitalizm o dönemden daha tekelci, o döneme göre daha fazla çürümüştür.

Zürih’te İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsünde çalışan üç araştırmacı bilgisayar yardımıyla çok ilginç bir araştırma yayınladılar. Dünyadaki 37 milyon şirketi kapsayan bir veritabanına dayanarak 43 bin tekeli ve bunları birbirine bağlayan mülkiyet hisselerini analiz ettikten sonra kimin neye sahip olduğunu, ne kadar gelire sahip olduklarını ortaya koyan bir harita çıkarmışlar. Sonuç ilginç. Ortaya çıkan harita bir papyon şeklinde. Hakim konumdaki 147 şirket orta kısımda parlıyor. Bu 147 şirket tüm zenginliğin %40’ına sahip. 737 tanesi ise %80’ine.  

http://arxiv.org/PS_cache/arxiv/pdf/1107/1107.5728v2.pdf


17 Haziran 2015 Çarşamba

Mücadele Kızışacak, Boş Hayallere Son!

“İleri kapitalist ülkelerde mali sermayenin hakimiyeti; mali sermayenin en önemli operasyonlarından biri olarak tahvil emisyonu; emperyalizmin temellerinden biri olarak, hammadde kaynaklarına sermaye ihracı; mali sermayenin hakimiyetinin sonucu olarak mali oligarşinin mutlak egemenliği  tüm bunlar, tekelci kapitalizmin zorba-asalak karakterini açığa vurur, kapitalist tröst ve birliklerin boyunduruğunu yüz kat daha hissedilir hale getirir, işçi sınıfının kapitalizmin temellerine karşı öfkesini daha da şiddetlendirir ve tek kurtuluşları olarak kitleleri proleter devrime götürür (bkz. Lenin, "Emperyalizm)” (Stalin, Leninizmin Temelleri)

Uyuşturucu maddelerin sık kullanımına bağlı olarak gelişen patolojik duruma uyuşturucu bağımlılığı denir. Dünya Sağlık Örgütü’nün verdiği bilgilere göre bağımlı kişilerde uyuşturucuyu elde etmeye ve kullanmaya yönelik yoğun arzu ve ihtiyaç, daha ileri aşamalarda kullanılan dozu arttırma eğilimi görülür. Uyuşturucunun fiziksel ve psikolojik etkilerine karşı yoğun hassasiyet ve bu etkileri arayış, bunun kişinin hayatındaki en önemli şey haline gelmesi uyuşturucu bağımlılığının diğer önemli belirtileridir.  

Bu bağımlılığın aşamaları vardır. Öncelikle kişi maddenin fiziksel ve psikolojik etkilerini yeniden yaşamak amacıyla, kendi isteği ile uyuşturucuyu alır ve kullanır. Sonraki aşamada kişi madde kullanmadığında ortaya çıkan yoksunluk belirtilerini yaşamamak için madde kullanmaya başlar ve son aşamada artan tolerans dolayısıyla daha iyi hissedebilmek için değil, normal hayatına devam edebilmek için madde kullanmak zorunda kalır.

İşte Türkiye burjuvazisinin ileri kapitalist ülkelerdeki mali sermayenin yaptığı tahvil, hisse senedi ve kredi operasyonlarına, yani emperyalist ülkelerden yapılan sermaye ihracına ya da burjuva iktisatçıların diliyle ifade edersek “sıcak para”ya olan bağımlılığı onları tam da uyuşturucu bağımlılarının durumuna düşürmektedir.

Başlangıçta bu “sıcak para” tatlı geldi. 2000’li yılların başından itibaren ileri kapitalist ülkelerdeki mali sermaye Türkiye’ye (ve diğer bağımlı ülkelere) tarihinde yapmadığı kadar fazla sermaye ihracı yapmıştır. Bu sayede hem tüketici için hem de kredi arayan patronlar için para bulmak kolay oldu. Bunun sonucunda Türkiye, benzer ülkelerle beraber, 2002-2007 döneminde kabaca yüzde 7 büyüdü. (Türkiye’nin tarihsel büyüme ortalaması yüzde 4,7’dü)

O yıllarda Türkiye burjuvazisi kokain almış bir adam gibi enerjik ve keyiflidir; vücut sıcaklığı, kan basıncı ve kalp atış ritmi artmıştır. Mali sermaye ülkeye parasını enjekte ettikçe kurlar sakindir (çünkü ülkede dolar bolluğu vardır), enflasyon düşüktür ve büyüme yüksektir.

Ama uyuşturucuyu almış organizma artık eski organizma değildir, dengeleri değişmiştir. Örneğin artık bol keseden kredi alan  şirketlerin 400 milyar dolar civarında borcu vardır. Borçların %93’ü dolar ve euro cinsindendir. Ayrıca TL’nin dolar karşısındaki değerlenmesi yurt dışından makine, teçhizat ve hammadde getirmeyi daha karlı hale getirmektedir. Ülke içinde bu ürünleri üreten firmalar rekabet güçlerini yitirip bu sektörlerden çekilmeye başlayınca bu sektörlerde ithalat artmış, bu da cari açık (ülkeye giren dövizle ülkeden çıkan döviz arasındaki fark) denen hastalığın kronikleşmesine yol açmıştır.

Böylece uyuşturucuyla coşan organizma, bu büyümenin bedeli olarak, birlikte varolduklarında ölümcül olan iki hastalığa birden yakalanmıştır. Bir taraftan büyük miktarda döviz borcu vardır, diğer taraftan döviz kaynaklarını eriten bir dış ticaret açığı vermektedir. Bu çok tehlikeli bir hastalıktır çünkü ülkede döviz azalırsa dövizin değeri artar, yani kendi borcu da TL cinsinden artmış olur.

İşte tam bu noktada Türkiye burjuvazisi bağımlılığının ikinci aşamasına geçmiştir. Artık uyuşturcuyu sadece zevk için değil, kullanmadığında ortaya çıkan yoksunluk belirtilerini yaşamamak için kullanmaktadır, verdiği dış ticaret açığından doğan kan kaybını (döviz kaybını) dışarıdan kan alarak telafi etmeye mecburdur artık. Yani yabancı bankaların verdiği kredilere, emperyalist ülkelerin mali sermayesinin yaptığı tahvil ve hisse senedi alımlarına, kısacası sermaye akımlarına mecburdur artık. Onlarsız yapamaz.

Uyuşturucu bağımlısı uyuşturucudan nefret eder çünkü bunun kendisini mahvettiğini bilir. Diğer taraftan onu elde etmek için kıvranır.

Türkiye burjuvazisi emperyalist ülkelerin mali sermayesinin yaptığı sermaye ihracından nefret eder. Çünkü işçi sınıfını sömürerek elde ettiği kar biçimindeki artı değerin önemli bir kısmını bu uluslararası finans tekellerine faiz biçiminde vermek zorundadır. 1975-2000 arası 25 yılda ödedikleri faiz 127 milyar dolar. Son 10 yılda ödedikleri faiz dış borç için 60, iç borç için 341, toplam 401 milyar dolar. Bunlar, TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun etinden et koparcasına bağırmasına yol açan muazzam rakamlar.

Ama bu nefret, histerik bir duygusal durumun sadece bir yönüdür, madalyonun öbür yüzünde bu sermaye ihracına duyulan doyumsuz bir istek vardır. Çünkü sermaye ihracının birden durması ve hatta içerideki dövizlerin birden dışarı çıkması tüketici kitlelerin ve patronların kolay krediye ulaşmalarını engelleyecek, büyümeyi düşürecek ve eşzamanlı olarak doların fiyatının ve patronların borçlarının tavan yapmasına yol açacak. Tüsiad temsilcilerinin hükümetin Merkez Bankası’na “faizleri düşürün” talimatı vermesi karşısında “Merkez Bankası’nın bağımsızlığına dokunmayın” diye saldırmalarının ardında tam da bu tehlike vardır. Çünkü faiz mali sermayenin besinidir, bunu çok indirirseniz bu ülkeden gider, bu besini daha fazla alabileceği başka bir ülkeye gider.

Nitekim, özellikle son yıllarda bu sermaye ihracında bir yavaşlama oldu. Bu yavaşlama hemen kendisini büyüme hızındaki düşüşte gösterdi. Türkiye 2012’de yüzde 2.1, 2013’de yüzde 4.2 ve geçen sene de yüzde 2.9 büyümüştü. Bu sene için ise tahminler yüzde 3 civarında. (İlk çeyrek verisi ise yüzde 1 civarında gelecek.) Böylece, 4 yılın ortalama büyüme oranı da yüzde 3 civarında oluşacak.

Düşen büyümeye eşzamanlı olarak son üç yılda Türkiye’nin dış borçları hızla arttı. Dış borçların milli gelire oranı 2012’de yüzde 43,1 düzeyindeyken 2014’te yüzde 50,3’e yükseldi.

Uyuşturucu bağımlısının vücudu uyuşturucuya tolerans kazanır. Vücut aynı miktarda dozdan tatmini almaz. Bu tatmin düzeyine ulaşmak için dozu artırmak zorundadır. Türkiye burjuvazisinin aldığı borçlar artık eski büyüme etkisini de yapmamaktadır.
“...son üç yılda dış borçlar 63,2 milyar dolar artarken milli gelir sadece 13,8 milyar dolar arttı. Dolayısıyla son üç yılda alınan 63,2 milyar dolarlık dış borç milli gelir artışının tam 4,5 katı oldu.
İşte bu yüksek tutarlı borçlanma nedeniyle son üç yılda dış borçlar yüzde 18,6 oranında artarken, milli gelir aynı dönemde dolar bazında sadece yüzde 1,7 oranında arttı. Demek ki son üç yılda alınan dış borçlar büyümeye katkı yapmadı.”
 
Sermaye ihracının azalmasının bir başka etkisi de, (dış ticaret açığını karşılamaya yetecek kadar döviz girmediği için) doların yükselmesi olmuştur:
“...son altı ayda Türk parası Amerikan Doları karşısında yüzde 23 oranında, son 24 ayda yüzde 55 oranında değer kaybetti.”
Bu da, dolar burjuvazisinin Türkiye burjuvazisinin tekelci mali sermayeye ödediği faiz miktarının son 24 ayda yüzde 55 oranında artması demektir.
Bir madde bağımlısı anlatıyor. Uyuşturucuya erişebilmek için:

“Her türlü suçu işledim. Hırsızlık, gasp... Çaldığım malları bebek arabasına koyuyordum çakılmasın diye, bir gün yakalandım. Şu bir gerçek, madde kullanan kişinin kendisiyle değil şeytanıyla konuşursunuz. Dostluk yoktur, madde arkadaşlığı vardır. Beş kişinin olduğu yerde bir kişi ölür, onu orada bırakır gidersin. Uyuşturucuya kulluk edersin.”

Bu tasvirler Türkiye burjuvazisinin ruh halini anlatıyor. İşçi sınıfına ve emekçi kitlelere karşı çıkarılan her türlü “iş yasası”, “güvenlik yasası”nın, artan baskının, düşen reel ücretlerin ardında bu ekonomik nedenler yatmaktadır.

Ama bu aynı ekonomik nedenler tam da Stalin’in dediği gibi “kapitalist tröst ve birliklerin boyunduruğunu yüz kat daha hissedilir hale getirir, işçi sınıfının kapitalizmin temellerine karşı öfkesini daha da şiddetlendirir.”

Artan işsizlik, düşen ücretler, yüksek enflasyon, çalışma saatlerinin ve iş yoğunluğunun artması, tüketim kredisi borçlarının artması kitlelerin memnuniyetsizliğini artırmaktadır. Metal işçilerinin eylemliliklerinde bu sıkıntıların dışavurumunu gördük, daha fazlasını da göreceğiz.

Tam da böyle bir dönemde AKP’nin tek başına hükümeti kuramayacak olması, HDP’nin barajı geçmesi kitlelerde reformist hayaller yayması açısından burjuvazinin işine yaramaktadır. Her türden reformist, oportünist eğilim bu hayallerin yayılmasında rol almaktadır.

Diğer taraftan burjuvazi hiçbir hayale kapılmamaktadır. Sorunları somuttur ve bunları çok iyi formüle etmektedirler: “Türkiye’nin rekabet gücünü artıracak büyük yapısal reformlara ihtiyacı vardır.” Bu programını (kurulacak koalisyon hangi partilerden kurulacaksa kurulsun) uygulamaları için her renkten burjuva partinin yöneticilerinin eline tutuşturmaktadır.   

Burjuvazinin - tıpkı uyuşturucusundan yoksun kalmış bir müptela gibi -  içinde bulunduğu durumdan kurtulmak için işlemeyeceği cinayet, çiğnemeyeceği “ilke” yoktur; kitlelere verilen burjuva partileri eliyle gerçekleştirilecek demokratikleşme ihtimaline yönelik her türlü boş umut onları verecekleri mücadelede zayıflatacaktır.