31 Ocak 2016 Pazar

Başımızı Sokacak Evi Olmayan Bizler İçin Vatan da Neymiş?


Luis Emilio Recabarren, 16 Eylül 1905

Defalarca sormuşuzdur: “18 Eylül tarihinde kutlanan nedir?” Bazıları, özellikle de burjuvalar şöyle yanıt verir: “Siyasi kurtuluşumuzu, Cumhuriyet olarak bağımsızlığımızı kutluyoruz.”Ama aslına bakarsanız işçi sınıfının 18 Eylül 1810’da Şili’de yaşanan değişimden kazandığı pek bir şey yoktur.  Onun sahip olduğu bir özgürlük varsa o da açlıktan ölme, sefalet içinde, kıt kanaat yaşama özgürlüğüdür. Bunu görmek, bu gerçekliği analiz edebilmek için, bizleri kurtarılmış ve bağımsız bir Cumhuriyete sahip olduğumuza inandıran fanatizmden uzaklaşmamız gerekir.

Proletaryanın bu tarihte kutlayacak hiçbir ama hiçbir şeyi yoktur çünkü proletarya özgürlüğünü henüz elde etmemiştir. İspanyolların boyunduruğundan gerçekten kurtulanlar zenginlerdir; ayrıca bu zenginler kendi çabalarıyla değil, yoksulların kanı ve teri sayesinde kurtulmuştur.  Yoksullar İspanya Monarşisi döneminde de yoksuldular, şaka yaparcasına özgür cumhuriyet olarak adlandırılan Şili Monarşisi döneminde de yoksullar.

O halde, neyi kutlayacak yoksullar? Zengin Şilililerin zengin İspanyollardan kurtuluşunu mu? Aç gözlerini ey halk; aç ki gerçeği gör. Özgür falan değilsin ve özgürlüğünü elde etmen gerekiyor. Olaylara soğukkanlı bakarsan şunu görürsün:  bugün “vatanın babaları” olarak adlandırılan bir avuç para ve iktidar hırslısı adam devrim için sömürgenin köelerini silahlandırmış, zafere ulaştıktan sonra da halkların iradesine de, paraya da el koymuştur.

Cumhuriyet kurulduğundan beri toplanan ve şaşkınlık verecek denli artan tüm zenginlik ve tüm vergiler bürokratlar ve zenginler arasında kırışılıyor.

Bu bağımsız cumhuriyette yaratılan bu ranttan halka ne kalıyor?

Haklarını arayanlara hediye olarak verilen mitralyöz, kılıç, darağacı ve hücre. Ciddi, çalışkan, halkının kurtuluşunu isteyen işçiler halk için yeni bir kölelik dönemini ifade eden bu “bayramın” kutlanmasına katkıda bulunmanın çok tehlikeli olduğunu anlamadır. Tehlikelidir çünkü bu tür kutlamalarda zengin ve yoksul arasındaki farklar unutturulur; zenginler yoksulları böylece bir süreliğine uyuşturmuş olurlar; yoksullar o anın “coşkusuna” kapılmışken zenginler onların ayağına vurguğu prangayı biraz daha sıkarlar.

Başını sokacak bir evi bile olmayan bizlerin vatanı olur mu? Boğucu ve ağır yasalar altında istediğimiz gibi gezemeyen, yiyemeyen, eğlenemeyen, çalışamayan bizlerin ne özgürlüğü var ki?

O halde neyi kutluyoruz?

Luis Emilio Recabarren

16 Eylül 1905.

30 Ocak 2016 Cumartesi

Emperyalistler Arası Vergi Savaşları


Günümüzde, sermayenin daha yüksek kar oranlarına ulaşmak amacıyla ulusal sınırları dışına çıkması nedeniyle onun hiçbir “ulusal” kökeni olmadığını, tersine uluslararası çapta, bütün dünya ekonomisini kapsayan mali sermaye çatısı altında birleştiğini, emperyalist ülkeler ve tekeller arasındaki çelişkilerin yumuşadığını ve bu koşullar altında devletin öldüğünü ya da etkisizleştiğini iddia ederek Kautskyci ultra-emperyalizm “teorisi”ni savunan bazı çevrelerin bu iddiaları, gelişmeler ve olgular tarafından sürekli çürütülmektedir.

Özellikle kapitalist dünya ekonomisi yeniden aşırı üretim krizine girme ihtimalinin bulunduğu bu dönemde yaşanan her olay, ortada bütünleşmiş bir dünya ekonomisi değil emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller arasında keskin çelişkiler olduğunu, her emperyalist ülkenin kendi “ulusal” tekellerini koruduğunu, rakip emperyalist ülke tekellerine karşı harekete geçtiğini göstermekte, Leninist bilimsel emperyalizm teorisini her gün yeni bir olguyla doğrulamaktadır.  

ABD Hazine Bakanlığı’ndan üst düzey bir görevli Robert Stack’in Brüksel’e gelerek Avrupa Komisyonu’nu Apple, Amazon, Starbucks, Mcdonald’s gibi ABD’li firmaları özellikle hedef almakla itham etmesi yukarıda söylenilenleri gösteren olaylardan sadece biridir; özellikle son dönemde ABD ve AB arasında “İnternet mahremiyeti”, ABD’li Google şirketine tekelcilik yasasını ihlal ettiği gerekçesiyle açılan soruşturma gibi sürtüşmelerin son perdesidir.  

ABD devleti tam olarak neden şikayet ediyor?

Biraz ayrıntıya girelim. Geçen hafta, ABD menşeli firma Apple’ın “CEO”su Tim Cook firmanın İrlanda’da yaptığı vergisel düzenlemeler nedeniyle milyarlarca dolar vergi cezası yeme ihtimaline karşı Brüksel’e gelmişti. Sonuç alamayınca, ABD devleti aynı konuda konuşmak üzere bu defa bir yetkilisini gönderiyor. Amaç, bu firmaların bu denli yüksek miktarda vergi vermesini engellemek.

AB Komisyonu, ABD’li şirketlere yönelik vergi taleplerine geçen yılın Kasım ayında Starbucks firmasına yönelik soruşturmayla başlamıştı. Geçen ay, McDonald’s firmasına yönelik soruşturma açtı.

ABD devletinin AB’ye yönelik baskı yaparken kullandığı argüman da çok dikkat çekiyor: “Bunlar ABD firması olduğuna göre bu vergileri almak size değil, bize düşer!”

Görüldüğü gibi, devletler “kendi” tekellerinin çıkarları için müdahale etmekte hiçbir sakınca görmüyorlar; ortada çelişkisiz, yüzde yüz bütünleşmiş bir ultra-empreyalizm değil, çatışan, “kendi” limanını güvence altına almaya çalışan, çelişkili, eşitsiz gelişmeye dayanan bir emperyalizm söz konusu olan.  

Japon Emperyalizmi Faizleri Eksiye Çekerek Tekellerini Koruyor!


Dünya ekonomisinin yüzde 15’ini oluşturan Çin’deki büyüme verileri beklenenden düşük geldikten sonra dünya ekonomisinin yüzde 17’sini oluşturan ABD ekonomisiyle ilgili son veriler açıklandı. ABD ekonomisi 2015’in son üç ayında %0.7 oranında büyümüş. Başka deyişle, neredeyse hiç büyümemiş. 2014’ün son üç ayında %2 büyüme görülünce burjuva ekonomistler ufak da olsa bir toparlanma umudu doğduğunu açıklamışlardı. Bu umutlar da suya düştü. Dünya kapitalizminin en güçlü motoru, krizden en hızlı çıkan emperyalist ülkesinden gelen bu haber, “yükselen” piyasalardaki yavaşlama ve emtia fiyatlarının düşmesi haberleriyle birleşerek kapitalist dünya ekonomisinin yeniden bir aşırı üretim krizine gireceği yönündeki şüpheleri artırdı.

Bu karamsar tablo tekelci devletlerin aşırı üretim krizini engellemek, hafifletmek ya da bunu başaramıyorsa krizin yükünü başka ülkelere ihraç etmek için muazzam tedbirler almasına yol açıyor.
 
Japonya Merkez Bankası’nın faizi eksi yüzde 0,1’e düşürmesi bu türden tekelci devlet tedbirlerinin en uç örneklerinden biri. Faizlerin eksiye düşmesi ne demek? Hesaplarda duran paranın erimesi demektir. Japonya Merkez Bankası bankalara “parayı atıl tutma, riske gir, piyasaya ver!” mesajı veriyor.

Bu mesajı Avrupa Merkez Bankası da Haziran 2014 tarihinde vermiş, faizleri düşürmüştü.

Japon emperyalizminin bu hamlesi, emperyalist devletler arasındaki kur savaşlarının parçası aynı zamanda. Faizler eksiye düşünce Japon para birimi yen değer kaybediyor, böylece Japon ürünlerini ucuzlatarak bir rekabet avantajı sağlamış oluyor. Bu da, zaten küçülen pastadan pay kapmakta zorlanan diğer ülkelerden de benzer bir hamle geleceğini gösteriyor. Bunu yapmazlarsa Japonya bu ülkelerden “büyüme çalmış” olacak.

Bu kur savaşlarını kim kazanır? Burası belli değil. Ama kesin olan şu: savaşan tarafların sömürdüğü işçi ve emekçi kitleler kaybedecek. Örneğin Japonya nüfusu elindeki varlıkların %60’ı bankalardaki mevduatları. Bu da zaten maaşlarına zam alamayan, çalışma saatleri artan Japon işçilerinin kenara koydukları paranın da eriyeceği anlamına geliyor.

Demek ki, Japon devletinin (ve diğer tekelci devletlerin) aldıkları tedbirler biçimi ne olursa olsun daima tüm ulusal gelirlerin birbirleriyle rekabet eden tekellere aktarılmasından ibaret. Emperyalist dönemde rekabetin kuralı bu: kim kendi işçisini daha iyi sömürür, kim tüm toplumsal kaynaklarını kendi tekelleri lehine en etkin bir biçimde kullanırsa diğer rakibi karşısında o kadar başarılı oluyor.

Emperyalist devletlerin bu müdahaleleri kapitalist dünya ekonomisinin aşırı üretim krizine girmesini engelleyebilir mi? Son kertede engelleyemez çünkü aşırı üretim krizi kapitalizmin nesnel bir yasasıdır ve üretici güçlerin gelişmişlik seviyesiyle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet arasındaki çelişkiye dayanır. Bu çelişki kendini er ya da geç bir aşırı üretim krizi olarak gösterecektir.




28 Ocak 2016 Perşembe

Batan Petrol Üreticileri IMF'yi Çağırıyor


İşçi ve emekçilerin protestolarıyla korkuya kapılan, oligarklar arasındaki eski dengeyi kurmakta zorlanan Aliyev’in acil çağrısıyla bugün Azerbaycan’a IMF ve Dünya Bankası’nda bir heyet gidiyor. İhracat gelirlerinin yüzde 95’i petrol’e dayanan Azerbaycan’a 4 milyar dolarlık “borç paketi” verilmesi söz konusu.

Anlaşılan bu tür kurtarma paketlerinden önümüzdeki gün ve aylarda daha çok göreceğiz. Korku şuradan doğuyor:

En fazla hammadde satın alan ülkelerden Çin’in ekonomisinin yavaşlaması sonucunda hammaddeye olan talebin düşmesiyle, ekonomileri hammadde ihracatına bağlı olan ülkelerin gelirlerinin aniden kesilmesi, borçlarını ödeyememeleri, alacaklıların başka alacaklılara borçlarını ödeyememeleri, ödemeler zincirindeki halkaların kopması sonucunda domino etkisi yapan iflaslar yeni bir krizinin muhtemel tetikçisi olabilir.

Bu yüzden, IMF ve Dünya Bankası yetkileleri sadece Azerbaycan’ı değil, ekonomileri hammadde üretimine dayanan tüm ülkeleri izlemeye aldı. Örneğin, tarihindeki en büyük ekonomik krize giren, yolsuzluğa batmış, sosyal demokrat Başkan Dilma Roussef’in yönettiği Brezilya, lafta sosyalist Başkan Rafael Correa’nın veya “Bolivarcı devrim”, “21. yüzyıl sosyalizmi” balonunun patladığı Nicolas Maduro’nun yönettiği Venezüella ekonomileri çok zor durumda. Hatta Venezüella yönetimi, on yıldır diline doladığı “anti-emperyalist” söylemi bir kenara bıraktı ve IMF’yle görüşme ihtimalleri var.

Doğal olarak şu soru ortaya çıkıyor: IMF ve Dünya Bankaları ne karşılığında bu ülkelere kredi verecek? Kendilerine sorsanız “teknik yardım” diye yanıt verirler. Ama bu “teknik yardım” nedir? Kredi alan ülkelerdeki artı-değer sömürüsünü artıracak yüzlerce önlemin dayatılması.

IMF Başkanı Christine Lagarde petrol üreticisi Nijerya’dan söz ederken bunu açıkça ifade etti: Nijerya’nın önünde “zor seçimler” var. Bu işte en büyük “zorluk” işçi ve emekçi kitlelere düşecek, buna hiç şüphe yok.

Kapitalist dünya ekonomisi 2008’den bu yana yaşadığı inişli çıkışlı durgunluğun yeni bir aşırı üretim kriziyle sonlanma ihtimali arttıkça, tekellerin hizmetindeki devletler yeni “paketlerle” ortaya çıkıyor. Bu koşullar devam ettiği ya da kötüye gittiği sürece, büyük kitlesel çıkışlar kaçınılmaz…



27 Ocak 2016 Çarşamba

Azeri Oligarklar Halk Ayaklanmasından Korkuyor

Azeri Oligarklar Halk Ayaklanmasından Korkuyor

Azerbaycan Başkanı İlham Aliyev, göreve geldiği 2003’ten bu yana yüksek petrol fiyatları sayesinde ülkedeki sınıfsal çelişkilerin üzerini örtmeyi başarıyordu. Petrol fiyatları yükseldikçe Azeri oligarklar paralarını nereye yatıracaklarını bilemez oldu; kimisi Karayiplerde yedi yıldızlı otel yatırımı için kolları sıvadı, kimisi daha yakına, Türkiye’ye büyük yatırımlar yaptı. Bakü kenti, zengin turistler arasında Hazar’ın Dubai’si olarak anılıyordu.

Ama artık parti bitti, petrol fiyatları varil başına 30 dolar civarına düştü. Geçen yılın Aralık ayında Azerbaycan merkez bankası yerel para birimi olan manatı dolara sabitlemekten vazgeçti ve devalüasyona gitti. Manat üçte bir oranında değer yitirdi. Maaşlar da sabit kalınca Azeri halkının geliri üçte bir oranında azalmış oldu.

Ama bu devalüasyon bile yetersiz kaldı; hükümet yeni önlemlere ihtiyaç duydu. Önce döviz alım satımını güçleştirdiler; daha sonra da ülkeden para çıkarmak yüksek vergiyle zorlaştırıldı. İşler ve yabancı yatırım durdu.

Artık Azerbaycan’da yeni bir dönem başlıyor. Ülkenin pek çok bölgesinde büyük gösteriler meydana geldi. Bu döneme değin her türlü gösteriyi yasaklayan Azerbaycan hükümeti, protestoların büyüklüğü karşısında sessiz kaldı.

Petrol fiyatlarının yüksek olduğu dönemde çok zenginleşen oligarklardan ikisi özellikle dikkat çekiyor.

Bunlardan biri, “Acil Durumlar Bakanı” (“Fevkalade Haller Nazırı”) Kemalettin Haydarov. Haydarov müzikten anlar, tekvandoyla ilgilenir ama onu asıl zengin eden bunlar değil. Kendisi dünyanın en büyük yolsuzluklarının döndüğü, yolsuzluğun bir norm haline geldiği gümrüklerde sorumlu.  

Diğer en güçlü oligark, Paşayev ailesi. Bu aile, İlham Aliyev’in eşinin ailesi. Ülkenin en büyük bankasının ve en lüks otellerinin sahibi.

Ülke bu iki oligark grubundan sorulurdu. Ama son dönemde, Azerbaycanlı işçi ve emekçi kitleler, yaptıkları gösterilerle üçüncü bir güç olarak sahneye çıktı.

Oligarklar endişeli. Aralarında bir iç savaş başladı. Geçen yıl, yüzlerce iş adamı dolandırıcılıktan tutuklandı. Geçen Ekim ayında ise Ulusal Güvenlik Bakanı Eldar Mahmudov görevinden alınmıştı.

Petrolün fiyatı yüksekken, bir takım sürtüşmeler paranın sayesinde uzlaştırılıyordu. Ama paralar suyunu çekince, oligarklar arası çatışmalar su yüzüne çıktı.

İlham Aliyev’in “gümrüklerde daha fazla şeffaflık olması gerekiyor” şeklinde yaptığı açıklama doğrudan Kemalettin Haydarov’u hedef alıyor.

Ülkenin doğal kaynaklarına el koymuş benzer tarzda oligarkların yönettiği Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan,Tacikistan gibi ülkelerin gözü de Azerbaycan’da. Azerbaycan’daki huzursuzluklar artar, bu ülkedeki “istikrar” bozulursa, bu durumun komşu ülkelere yayılacağına kesin gözüyle bakılıyor.

    

25 Ocak 2016 Pazartesi

İkinci Çin Devriminin Ekonomik Temelleri

İkinci Çin Devriminin Ekonomik Temelleri

“Çin uyuyan bir dev. Bırakın uyusun, zira uyandığı zaman tüm dünyayı yerinden oynatacaktır.” (Napoléon Bonaparte)

“Kapitalistlerin başarıya ulaşma hızı ne kadar yüksekse proletaryanın sayısı ve birliği de o oranda artar.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 13, s. 120)

*


Çin “Komünist” Partisi’nin, 1978 yılında 11. Merkez Komitesi Üçüncü Genel Oturumu’nda aldığı “reform” (kapitalist yola giriş) kararı almasından bu yana geçen 38 yıl, Çin işçi sınıfının ve emekçi yığınların 1949 büyük Çin devrimi'nde sonra elde ettiği neredeyse tüm kazanımların yok edildiği, giderek daha da korkunçlaşan vahşi bir sömürü ve sefalet dönemi olarak görülebilir.

Bu dönemde, Çin’de kapitalist genişletilmiş yeniden üretim süreci muazzam boyutlar aldı.

1978-2011 arasında, Çin'in ekonomik büyüme hızı yaklaşık yıllık  yüzde 10 oranında arttı. (Aynı dönemde toplam sermayenin yıllık ortalama büyümesi ABD’de yılda 2.7, Japonya’da 2.1, İngiltere’de ise sadece 2.3 oranındaydı.) Bu muazzam büyümeyi gözümüzde daha iyi canlandırmak için yıllık  yüzde 10 oranında bir büyümeyle toplam sermayenin her yedi yılda ikiye katlandığını söyleyebiliriz.

Karşılaştırmak gerekirse:

İngiltere’nin ülkedeki toplam sermayeyi ikiye katlaması (1780-1838 yılları arasında) 58 yıl (Komünist Manifesto’da anlatılan süreç), Amerika Birleşik Devletleri’nin (1839-1886 yılları arasında) 47 yıl, Japonya’nın (1885-1919 yılları arasında) 34 yıl ve Güney Kore’nin (1966-1977 yılları arasında) ülkedeki toplam sermayeyi ikiye katlaması 11 yıl almıştı.

Çin ise toplam toplumsal sermayesini önce 1978-1987 yılları arasındaki 8 yıllık zaman diliminde ikiye katladı; sonra bu geldiği seviyeyi 1987- 1995 yılları arasındaki dokuz yılda ikiye katladı. 1995-2004 yılları arasında ülkedeki toplam sermaye bir kere daha ikiye katlandı. Yedi yıl sonra, yani 2011 yılında ise, 2004 yılındaki seviye ikiye katlandı.  

Başka bir açıdan karşılaştırırsak, 1990 yılında Çin ekonomisi, dünyanın en büyük onuncu ekonomisiydi; 2000’de altıncı, 2010’da ise ikinci en büyük ekonomisi durumuna geldi.  (Not: rakamlar “Demystifying China’s Economic Growth” adlı kitaptan alınmıştır.)

Kısacası, Çin’de kapitalizm, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da sözünü ettikleri muazzam gelişim hızından da hızlıydı.

Aşağıdaki grafikte, kırmızı olan kesimde, Çin’deki sanayi üretiminin dünya sanayi üretimine oranını görebilirsiniz. 1990 ve 2013 arasındaki fark açıkça görülüyor:


Bu baş döndürücü gelişme, Çin toplumunu altüst etti; son otuz yılda Çin kentlerinin nüfusu 500 milyona yükseldi. İnsanlık tarihinde bu kadar kısa süre içinde bu ölçüde bir nüfus hareketi görülmemiştir. 1930’larda nüfusunun sadece %10’u kentlerde olan bu ülkede artık nüfusun %50’si kentlerde ve bu oran her yıl kentler lehine büyümektedir.

Kırların kitlesel bir biçimde terk edilmesi, kitlesel bir proleterleşmenin göstergesidir. “Kent” kapsamında sınıflandırılan toprakların miktarı 2000 yılından bu yana iki katına çıkmıştır.

Artık Çin’de nüfusu 1 milyonun üzerinde 100 kent var. Dünyadaki en kalabalık 30 kentin altısı Çin’de: Şanghay (23 milyon), Pekin (19.5milyon), Çongking (13milyon), Guangzu (12milyon), Şenzhen (11milyon) ve Tianjin (11milyon).

2030 yılında Çin’deki şehirlerde toplam 1 milyar kişinin yaşayacağı tahmin edilmektedir.

Bu kentler hem birbirine, hem de tüm dünyaya son derece gelişmiş bir ulaşım sistemiyle bağlanmakta, bu da sermaye çevrimini hızlandırmaktadır. 2011-2015 yılları arasında 100’den fazla havaalanı inşa edildiğini söylemekle yetinelim; sadece bu bilgi bile söz konusu gelişimi özetlemeye yetmektedir. (not: bu rakamlar “The Economist” dergisinin farklı sayılarından alınmıştır)

Bütün bunların Çin’in sözde “Komünist” partisinin yönetiminde özel mülkiyetin önünü açarak, sistematik bir biçimde piyasanın ekonomideki etkinliğini toplumsal mülkiyet aleyhine artırarak, işçi sınıfının canı, kanı, sefaleti pahasına yapıldığını söylemeye bile gerek yok.

Nüfusu bir buçuk milyara yaklaşan Çin’de 1 milyon yüz bin burjuva (nüfusun %1.3’ü) bir buçuk milyon doların üzerinde kişisel servete sahiptir. Bunların 67 bini 15 milyon doların üzerinde servete sahipken, ülkede 437 dolar milyarderi vardır.

Diğer uçta ise, 150 milyon işsiz, günde bir doların altında gelirle yaşayan 250 milyon kişi, günde 2 doların altında gelirle yaşayan 700 milyon kişi vardır.

Bu hızda gelişen kapitalizm, kendi mezar kazıcısını da aynı hızda artırmıştır: 2001-2011 yılları arasında kent ve kır proleterlerinin sayısı toplamda 115 milyon kişi artmıştır. Bundan 66 yıl önce Çin devriminin öncülüğünü yapan Çin proletaryası eskisinden çok daha kalabalıktır.

Açıkça görülüyor ki, Çin’de üretimin toplumsal karakteriyle üretimin sonuçlarının özel kapitalist biçimde mülk edinilmesi arasındaki çelişki çok yüksek boyutlardadır. Ana tüketiciler, yani kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliği altında satın alma güçlerine son derece dar sınırlar çekilen halk kitlelerinin satın alabildiğinden fazla meta üretildiğine, toplumun gerçek gereksinimlerine oranla değil de, yalnızca ödeme yeteneğine sahip bir talebe oranla bir meta fazlasının bulunduğuna hiç şüphe yoktur. Aşırı üretim krizlerinin temeli Çin’de şüphesiz mevcuttur. Yüz milyonlarca işçinin toplumsallaştırılmış emeğinin ürününe kapitalistler tarafından özel el konulduğu bu koşullarda aşırı üretim krizi kaçınılmazdır.

Çin’deki “sabit sermaye oluşumu”nun GSYH’ya oranının 2010 yılında %69.3 gibi bir seviyeye gelmesi (bunlar burjuva ekonomi-politiğinin kategorilerine ait rakamlar da olsa) bu ülkenin mevcut kapitalist üretim sınırları içinde krizsiz yaşayamayacağını göstermektedir.

Deniz Gökçe gibi son derece çapsız bir burjuva ekonomisti bile bu durumu görmüştür:

“Çin ekonomisi oldukça dengesiz bir ekonomidir. GSYİH’nın çok düşük bir kısmı tüketimdendir, çok büyük bir kısmı yatırımdandır. Bu durum ancak ülke çok hızlı büyüme yaşarsa sürdürülebilir bir durumdur.”

Bir başka burjuva ekonomist, Vedat Özdan, şunları söylüyor:

“Çin’de yatırım harcamalarının GSYH içindeki payı yüzde 44’e ulaştı! Bu oran tarihte hiçbir ülkede hiçbir zaman görülmemiş kadar yüksek bir oran. Japonya, tarihinde en yüksek oran olarak 1973 yılında yüzde 36’yı, Kore ise 1991 yılında yüzde 38’i görmüştü.”



Bugüne kadar, üretici güçlerin gelişmişlik seviyesiyle üretim ilişkileri arasındaki çelişki Çin’de kendisini aşırı üretim krizi olarak göstermemesinin iki nedeni vardı:

Birincisi, Çin’in ekonomisinin ihracata dönük olmasıydı. Örneğin Çin, 2003 yılında ürettiği malların üçte birini ihraç ediyordu.

Aşağıdaki grafikte, yıllar boyunca Çin’in gerçekleştirdiği ihracatın artışını görüyoruz.

China Exports


Tabloda, 2008 yılında kapitalist dünya ekonomisinin girdiği aşırı üretim krizi nedeniyle bu yılda Çin’in ihracatındaki düşüş hemen fark ediliyor. Bu düşüşü izleyen yıllarda ihracat toparlamış, artmış gibi görünüyor ama işler yüzeyde göründüğü gibi değil. Artık, büyümeden tatmin olmayan bir canavar var. Çin kapitalizmi büyüyen, eski yediği yemekle doymayan, daha fazlasını isteyen bir çocuk gibi. Örneğin Çin ekonomisi 2007 yılında %14 büyümüştü ama o dönemdeki Çin ekonomisi bugünkünün yarısı büyüklüğündeydi. Bu yüzden, miktar olarak, 2015 yılındaki %6-7’lik büyüme 2007’deki büyümeden daha fazla. Eğer Çin ekonomisi her yıl yüzde beş büyüse, dört yıl içinde Hindistan ekonomisi gibi dev bir ekonomiye eşit bir mutlak büyüme sağlamış olacak. Bu yüzden, ihracattaki artış hızı Çin için yeterli değil.

Çin ekonomisinin henüz aşırı üretim krizine girmemiş olmasının ikinci bir nedeni de, Çin devletinin Çinli kapitalistleri desteklemek ve ihracattaki düşüşten ettikleri zararı telafi etmek amacıyla, on yıllarca ticaret fazlası vermelerinden kaynaklanan büyük rezervlerini köprü, konut, yol, trenyolu, havaalanı gibi altyapı projelerine kanalize etmesi, böylece devlet kaynaklarıyla bir süreliğine talebi artırmasıydı. Bu şekilde, ekonomiye 586 milyar dolar pompalandı ve Çin ekonomisi büyümeye devam etti. Faiz oranları düşürüldü, konut ve altyapı projeleri için kredi sağlandı. Bu, tam bir kredi patlamasıydı. Bu patlama sonucunda Çin’deki finansal olmayan kesime ait olmayan borç milli gelirin yüzde 250’sine yükseldi. Bu teşvik programlarından önce bu borç milli gelirin %100’üne denkti.  

Artık bu “kurşun” harcanmış durumda. Bu borç oranıyla Çin devleti eskisi kadar bol keseden teşvik veremeyecek.

Çin devleti bu borcu öteleyebilmek için hisse senedi piyasasını büyüttü. Devlet şirketleri “halka” hisse senetlerini satarak borçlarını hafifletebileceklerdi. Büyük sayıda yatırımcı borsaya hücum etti. Böylece bir başka balon da hisse senedi piyasasında görüldü. Bu balon özellikle 2016’nın başında hızla sönmekte, Çin devleti bu durumun önüne geçememektedir.

Yüksek borç, her an patlamaya hazır hisse senedi balonu, aşırı derecede şişen konut balonu (Çin’de tamamlanmış konutların yüzde 18’i boş durumda) Çin devletinin ekonomiye müdahale gücünü çok azaltmıştır. Diğer taraftan, kapitalizmin nesnel yasaları işlemeye devam etmektedir.

İbrahim Okçuoğlu’nun OECD’den aktardığı verilere göre Çin sanayisinin büyüme hızı 2010’dan beri yarı yarıya gerilemiştir. Üstelik aktarılanlar Çin devletinin verdiği resmi rakamlardır. Bu rakamlara güvenmeyen pek çok ekonomist elektrik tüketimi, harcama gibi parametrelere bakarak Çin’in gerçek büyümesinin yüzde 4’lere kadar düştüğünü iddia etmektedir.

Çin kapitalistlerinin ucuz işgücü rezervleri tükenmektedir. 15-59 yaş arası nüfus 2010 yılında zirve yaptıktan sonra düşüşe geçmeye başlamıştır. 2012’den bu yana işçi sayısındaki mutlak düşüş neredeyse 3.5 milyondur. 2020’ye kadar 30 milyonluk bir düşüş beklenmektedir. Bu da mutlak artı-değer oranlarında bir düşüş anlamına gelmektedir. (“Belirli bir ülke ve belirli bir iş saati uzunluğu söz konusu olduğunda artı-değer ancak işçilerin sayısı artırılarak yani nüfustaki bir artış aracılığıyla artırılabilir; bu artış o ülkenin kolektif sermayesinin üreteceği artı değer için matematiksel bir sınır oluşturur.” - Engels, Kapital’in Birinci Cildi Üzerine Bir İnceleme)

Ayrıca, işçi sınıfı mücadelesini artırmış, daha yüksek ücretleri Çin burjuvazisinden söke söke almış ve almaya devam etmektedir. Ayda yüz dolarlık işçi maaşı aylık 270 dolara çıkmıştır. Bu da, Çin’li kapitalistlerin karlarında bir azalma, toplam sermayenin büyüme hızında bir düşüş anlamına gelmektedir.  

Gördüğümüz gibi, büyük bir hızla koşan Çin kapitalizmi soluk soluğa kalmaya başlamıştır.

Büyüme oranlarındaki düşüş, sermaye çevriminin yavaşlaması, Çinli burjuvaları işçi ücretlerini geç ödeme taktiğine sevk etmiştir. Özellikle ağır sanayide bu sorun sıkça görülmeye başlamıştır. The China Labour Bulletin’in açıkladığı rakamlara göre 2015 yılında Çin’de 2774 grev ve işçi protestosu görülmüştür. Bu rakam, 2014’te 1379 olduğuna göre grev ve protestolar (yasak olmasına rağmen) iki katına çıkmıştır.  

Polisin işçi liderlerini tutuklaması sıkça duyulan haberler haline gelmiştir.

Çin’de işsizlik rakamları da artmaktadır. Resmi verilere göre işsizlik oranı %5.2’dir. Ama bu rakamlar, kentlere gelen, sürekli işlerde çalışma hakkını bir yana bırakalım, kentlerde oturma hakkına bile sahip olmayan 270 milyonluk göçmen işçileri kapsamamaktadır.

İşsizliği maskeleyen bir başka faktör de Çin’deki devlet işletmeleridir. Pek çok burjuva ekonomiste göre bu işletmelerde “gereksiz yere” ihtiyaç olmayan işçiler istihdam edilmektedir. Tıpkı ordudaki modernleşme nedeniyle meslekten çıkarılan 300 bin asker ya da 100 binden fazla işçiyi işten çıkaracağını açıklayan devlete ait bir madencilik şirketinin yaptığı gibi, bu işletmeler bu işçileri uzun süre işte tutmayacaklardır.  

Devletin kendi yaptığı bir araştırmada, Çin’de “ciddi işsizlik sorunları” yaşanmaması için yılda 24 milyon kişiye iş bulmak gerekmektedir.

Çin’deki büyüme hızı düştükçe, işçi sınıfının huzursuzluğu artacaktır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Çin’de henüz kapitalist üretim tarzının bütün çelişkilerinin şiddetli bir şekilde patladığı bir aşırı üretim krizi yaşanmamıştır. Ama bu aşırı üretim krizinin kaçınılmaz olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu aşırı üretim krizi sınıf karşıtlıklarının keskinleşmesine yol açacak, Çin’deki sahte “Komünist” partinin maskesini yırtacaktır.