28 Eylül 2015 Pazartesi

Daha Çok Banka Hesabı, Daha Çok Proleterleşme Demek

Daha Çok Banka Hesabı, Daha Çok Proleterleşme Demek

Patron dergisi Capital'in Eylül sayısında önemli bir veri var: son beş yılda 7 milyon kişi bankacılık sistemine girdi. 

Başka deyişle, beş yıl önce bankada hesabı olmayan 7 milyon kişinin bugün banka hesabı var. 

Türkiye'de kapitalizmin gelişimini gösteren bu olgu, küçük üreticinin, küçük dükkan sahibinin proleterleşmesine, proletaryanın da daha çok borçlanmasına, sömürülmesine yol açacaktır. 

Neden? 

Bu yedi milyon kişinin eline beş yıl önce de para geçiyordu. Ama bu paraları sermaye değildi. Şimdi, bu kişiler paralarını bankaya yatırınca bu sermaye olmayan paralar banka sermayesi haline geldi. 

Kapitalist olmayanların dağınık halde duran paraları kapitalistlerin belirli merkezlerde toplanmış paralarına dönüştü. 

Marx'ın deyişiyle bu paralar "sermaye olarak yabancılaştı". 

Banka sermayesine dönüşen bu paraların yeni bir kullanım değeri oldu artık: Artı-değer üretimi yapabilen sanayi sermayesi olabilme potansiyeli. 

Yani bankalar, bu sermayelerini sanayi ve tarım kapitalistlerine verecek, onlar da bunu üretim aracı, hammadde ve işgücü haline getirip artı-değer elde edecekler. 

Bankalar, bu artı değerin bir kısmına faiz olarak el koyacak. 

Krediyi daha büyük miktarda, daha iyi koşullarda alabilen firmalar bu koşullara sahip olmayan firmalara karşı bir rekabet avantajı kazanacaklar. Bu durum, hem sanayi, hem tarım hem de hizmetler sektörü için geçerli. 

Bu da daha fazla köylünün, küçük üreticinin, küçük tüccarın üretim aracından kopacağını, ellerinde kendi emek güçlerinden başka satacak bir şeyleri kalmayacağını yani proleterleşeceğini, yoksulluğa ve sefalete düşeceğini gösterir.

Bunun dışında, bankalar önemli miktarda "tüketici kredisi" veriyor, verecek. Aynı dergide son beş yılda ihtiyaç kredilerinin hacminin 3 kat fazla, konut kredilerinin hacminin 3 kata yakın artış gösterdiği belirtilmiş. 

Bu borçların tamamı ödenir mi? İnsanın bu soruyu sorarken bile gülesi geliyor. Tabii ki ödenmez. Bu borçları alanların ezici çoğunluğunun gelirinin üç kat artmadığını biliyoruz. Yani, borçlular ordusuna yeni katılımlar olacak.

Özetin özeti: Türkiye'de kapitalizm geliştikçe, çelişkiler daha açığa çıkıyor ve çıkacak. Oportünistlerin, reformistlerin işi zor! Sistemin çelişkilerini örtmek, barıştırmak, uzlaştırmak zor zanaat oluyor artık. 


Firmaların %10'u Karların %80'ine El Koyuyor















Bu grafik emperyalizm aşamasındaki kapitalizmde tekelleşmenin aldığı boyutu gözler önüne seriyor. 

Yukarıdaki çubuk firmaları yüzdelerine göre ayırmış. Gri kısım firmaların yüzde 90'ınını gösteriyor. Mavi kısım ise en büyük firmaların yüzde 10'unu gösteriyor. Görüldüğü gibi bu yüzde onluk mavi kısım en önde gelen 0.1 firma, en önde gelen 0.4 firma şeklinde bölünmüş.

Aşağıdaki çubukta ise karlar yüzdelere göre bölünmüş. 

Dikkat çeken ilk çarpıcı nokta, en büyük firmaların, yani tüm firmaların yüzde onunun, toplam karın yüzde 80'ine el koyması. 

En büyük 0.1 firma ise (yani dünyanın en büyük on firması) dünyadaki tüm karların yüzde dokuzuna el koyuyorlar.

Firmaların yüzde biri ise dünyadaki karların yüzde 37'sini ceplerine indiriyor!


Firmalar Büyüdükçe Tekelleşme Eğilimi Artıyor

Tabloda kapitalist rekabette "ayakta kalan" firmalar bulunuyor.

Soldan sağa dünya sıralamasında ilk 1000 firma, ilk 500 firma, ilk 250 firma, ilk 100 firma.

İlk 1000'deki firmaların yüzde 76'sı, ilk 500'dekilerin yüzde 83'ü, ilk 250'dekilerin yüzde 87'si ve ilk 100'dekilerin yüzde 93'ü başka şirketleri satın almış.

Görüldüğü gibi firmalar büyüdükçe başka şirketleri satın alma eğilimi yani tekelleşme, merkezileşme eğilimi de artıyor.



21 Eylül 2015 Pazartesi

Kapitalistler Muazzam Karlarında Boğuluyorlar!



Grafikte de görüldüğü gibi dünya çapında tüm karlar 1980 yılında 1.1 trilyon dolarken bu rakam 2013 yılında 5.6 trilyon dolara çıkmıştır.

İlk bakışta kapitalistlerin işleri tıkırında gibi görünüyor. Ne de olsa karlarını otuz yılda beşe katlamışlar!

Ama hayır, durum kapitalistler açısından pek parlak değil. Çünkü kapitalist "başarısını" elde ettiği karın kitlesine göre değil, yatırdığı sermayenin oranına göre ölçer. 100 milyon dolar kulağa büyük bir kar gibi gelebilir ama bu 100 milyon doları doğuran sermaye 100 milyar dolarsa kar oranı düşük demektir.

Kar oranlarının düşme eğilimi kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz bir sonucudur.

“...bir yandan sermaye birikimi, ama diğer yandan da değişmez sermayeye oranla değişir sermayenin azalmasını ve dolayısıyla kar oranının düşmesini hızlandırır… (s. 242)” (Karl Marx, Kapital, Cilt 3, s. 222)

Kar kitlesindeki bu muazzam artışa rağmen kar oranlarındaki bu düşüş üç sonuca yol açmaktadır:

1) kapitalistler ellerindeki artı değeri yeniden yatırıma dönüştürmekte tereddüt ediyorlar. Çünkü kar oranları düşük! Büyüme oranlarındaki düşüş bu durumun bir sonucu. ("...kar oranıyla birlikte birikim oranı düşer… (Karl Marx, Kapital, Cilt 3, s. 267). 1980 yılından bu yana şirketlerin ellerindeki nakit miktarı ABD'de yüzde 10, Batı Avrupa'da yüzde 22, Güney Kore'de yüzde 34, Japonya'da yüzde 47 oranında artmıştır.

2) Elde yatırıma dönüşmeyen bu bol para sayesinde yeni şirket alımları ve şirket birleşmeleri (yani sermaye yoğunlaşması) artmaktadır.   Marx'ın sözünü ettiği kural bugün de geçerlidir:

"...kar oranının düşmesi de, küçük kapitalistlerin, ellerinde hala el koyulacak bir şeyler bulunan son dolaysız üreticilerin mülksüzleştirilmesi yoluyla, sermayenin yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini hızlandırır. (Karl Marx, Kapital, Cilt 3 s. 246-247)"

3) Spekülatif sermaye balonları şişmektedir. Özellikle son dönemde dünya borsalarının yapay bir şekilde ve reel üretimle ilgisiz bir biçimde büyümesi, söz konusu kar oranlarının düşüşü eğiliminin bir sonucudur:

"["kar oranının] düşmesi yeni bağımsız sermayelerin oluşumunu yavaşlatır ve böylece kapitalist üretim sürecinin gelişimi için bir tehdit olarak görünür; gereksiz nüfusun yanı sıra aşırı üretimi, spekülasyonu, bunalımları ve gereksiz sermayeyi teşvik eder." (Karl Marx, Kapital, Cilt 3 s. 247)

Emperyalizmin Resmi



"Kapitalizm, evrensel bir sömürgeci baskı sistemine, bir avuç “ileri” ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu bir sisteme dönüşmüştür." (Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması)

Grafik dünyadaki toplam karların hangi ülkelere ait olduğunu gösteriyor.

Maviyle işaretlenen bölüm (Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya başta olmak üzere)  emperyalist ülkelerin  tüm dünyadaki kardan aldıkları pay.

Açık kahverengiyle gösterilen kısım ise yarı sömürge ülkelere ait karlar.

Ama şüphesiz bizler Çin'i de emperyalist ülkeler kategarosine koymalıyız. Böyle baktığımızda emperyalist ülkelerin tüm dünyadaki karın yüzde 82'sine el koyduğunu göstermektedir.



Finans Kapital'in Latin Amerika'ya Eziyeti Sürüyor




Seksenli ve doksanlı yıllarda Latin Amerika uluslararası finans kapital tarafından yapılan sermaye ihraçlarında artışlarla karşılaşmıştı. 

Türkiye'de de çok iyi bildiğimiz bu "sıcak para" akışlarının en önemli özelliği kar oranlarının düşmesiyle birlikte bu sermayenin hızla ülkeden çıkmasıdır. 

Ama ülkeden büyük miktarda döviz çıkınca ülkelerin yerel para birimleri değer kaybeder. Yerel şirketler de döviz borçlusu oldukları için pek çok şirket iflas eder, ülkeler krize girer. 

1994 Meksika krizi, 1998 Brezilya krizi, 2001 Arjantin krizi bu sürecin ürünüdür. 

Bugün, Latin Amerika çok daha büyük krizlere gebe. Daha büyük diyoruz çünkü bugün bu ülkelere giren spekülatif sermaye ihracı çok daha büyük miktarlarda. 

Ülkeye giren yabancı sermaye miktarının milli gelire oranını gösteren aşağıdaki tablo tam da bunu anlatıyor. 

Görüldüğü gibi ülkeye giren yabancı sermayenin milli gelire oranı artmış. Bu sermaye çıktığında geçmişe göre daha büyük çalkantı yaratacak. 

Burada dikkat çeken bir başka nokta yeşille gösterilen "cari açık" miktarının geçmişteki döneme göre çok daha büyük olması. Bu da, sermaye çıktığında krizin daha ağır olmasına yol açan ikinci bir faktör.

Aynı yöndeki üçüncü faktör de, maviyle gösterilen rezervlerin en düşük seviyede olması. 

İlk fırsatta yıllarca bu ülkelerde üretilen artı değere el koyarak kar eden yabancı sermaye bu karların düştüğünü hissettiği an büyük bir soğukkanlılıkla bu ülkelerden çıkacak ve arkasında yeni bir yıkım bırakacak. 


Çin'in Hammadde Savaşı



"Kapitalizm geliştikçe hammadde eksikliği de kendini o denli duyurmaktadır; rekabetin koşulları o denli sertleşmekte, bütün yeryüzünde hammadde kaynakları arama çabaları o denli alevlenmekte, sömürgelere sahip olma savaşımı o denli amansız olmaktadır." (Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması)

Bu grafikte Çin'in tükettiği hammaddelerin dünyada tüketilen hammaddelere oranını görüyoruz. Buna göre Çin dünyadaki tüm betonun %60'ını, bakırın %48'ini, kömürün %49'unu, petrolün %12'sini, alüminyumun %54'ünü, çeliğin %46'sını, nikelin %50'sini tüketmektedir. 


Bu rakamlara bakınca yılda ortalama %7 büyüyen bu ekonominin daha fazla hammaddeye kaçınılmaz olarak ihtiyaç duyacağını, bu ihtiyacın başka emperyalist ülkelerin ihtiyaçlarıyla kaçınılmaz olarak çatışacağını, kısacası kapitalizm varolduğu sürece emperyalist savaşların kaçınılmaz olduğunu söylemeye gerek kalıyor mu?

Aşırı Üretim Krizine Doğru




Soldaki grafik, burjuva ekonomik literatürde satın alma yöneticileri endeksi olarak geçer. Burjuva iktisatçılar bu ölçümü şirketlerin satın alma yöneticilerinin, üretimde kullanacakları malları satın alma eğilimlerini ölçmek için kullanırlar. Bu endeks düşük çıkarsa şirketlerin yatırım planlarının sınırlı olduğu, yüksek çıkarsa yatırımların artacağı anlaşılır. 

Gördüğümüz gibi Brezilya, Rusya, Çin ve Türkiye'de bu endeks düşüş eğiliminde. Başka deyişle, büyüme oranları düşecek. 

Sağdaki grafik ise emperyalist ülkelerde ve "gelişmekte olan" ülkelerde şirket borçlarının toplam sermayelere oranını gösteriyor. 

Gördüğümüz gibi, her iki ülke grubunda da borçların sermayeye oranı artıyor. 

Peki kime borçlu bu şirketler? 

Bu şirketlere kredi veren ya da şirketlerin hisse senetlerini satın alan bankalara ve finans kuruluşlarına. 

Aynı şeyi başka şekilde ifade edersek, sanayi sektöründe faaliyet gösteren şirketler, üretimde el koydukları kar biçimindeki artı-değerin bir kısmını faiz biçiminde bu banka ve finans kurumlarıyla paylaşıyorlar.

Ama grafiklerden de anlaşıldığı gibi, büyüme oranları düşüyor, demek ki artı sermayeye çevrilecek artı değer kitlesi de azalıyor ve buna rağmen bu sanayi şirketlerinin söz konusu karlarından feragat etmeleri gereken faiz kısmı artıyor. 

Sonuç? Ufukta pek çok şirketin iflası görülüyor. Şirket iflasları daha fazla kitlesel işsizlik, dolayısıyla daha az talep ve daha düşük büyüme demek. Diğer taraftan verdikleri borçlarını alamayan bankalar ve finans kurumları için de iflaslar gündeme gelecektir. 

Bu durumun 2008'den farkı şu: 2008'de devletler bu kadar borçlu değildi ve trilyonlarca dolar ödeyerek batan dev şirketleri kurtarabildiler ve aşırı üretim krizinin yıkıcı sonuçlarını hafiflettiler. Ama bunun sonucunda borçları tarihte görülmemiş seviyelere çıktı. Bugün, benzer boyutta bir kriz yaşandığı takdirde böyle bir "kurtarma operasyonu" yapacak durumda değiller zira cankurtaranın da canı çıktı.

Bu durumda neler olur?

Ağır bir kriz, pek çok tekelin batması, batmanın önüne geçmek için büyük tekellerin birleşmeleri ya da daha büyük tekeller tarafından satın alınması, başka deyişle daha fazla sermaye yoğunlaşması, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyiyle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin daha büyük boyutlara varması, pastanın küçülmesi sonucunda tekeller arası rekabetin artması ve bunun siyasi ifadesi olarak emperyalistler arası çelişkilerin büyümesi, savaşlar, işçi sınıfının sömürü düzeyinin artırılması, köylülerin ve küçük üreticilerin üretim araçlarından koparak kitlesel olarak proleterleşmesi, bu ekonomik zorunlulukların yerine getirilmesini mümkün kılacak en gerici-faşist politikalar...

Kısacası, hiçbir reformist hayale izin vermeyen, hayalcilerin Syriza tarzında yıkıma uğrayacağı bir dönem bizi bekliyor.  

13 Eylül 2015 Pazar

İşçi Sınıfının Gücü

Patron dergisi Capital'in Eylül 2015 sayısından yapacağımız aşağıdaki alıntılar işçi sınıfının potansiyel gücünü ve burjuvazinin bu potansiyel gerçekleştiği anda ne kadar zayıf ve çaresiz olduğunu gösteriyor.

Marx'ın dediği gibi "kapitalistleri iktidarda tutan sihir, işçiler arasındaki bölünmedir". Birleşen işçilerin üretimi durdurdukları anda burjuvaziyi ne hale sokabileceklerini patronların ağzından dinleyelim.

Yapılan araştırmanın adı: "Sektörlerin Yaşam Sınırı". Yazıda, bir şirketin ayakta kalması için ne kadar kapasiteyle üretim yapması gerektiği sektör sektör incelenmiş.

En büyük şirketlerin yöneticilerinin kendi ifadelerini aktaralım:

Beyaz eşya sektöründe bir firmanın "sağlıklı yaşamına" devam etmesi için kapasite kullanım oranının yüzde 80-85 olması gerekiyor.

Vestel CEO'su Turan Erdoğan:

"Kapasite kullanımının yüzde 85'in altına düşmemesine son derece dikkat ediyoruz. Bunun için üç vardiya çalışıyoruz."

Perihan İnci (İnci Holding Yönetim Kurulu Başkanı):

"Üretim şirketlerinin ayakta kalması için 3 vardiya sisyemi üzerinden minimum 2 vardiya çalışmaları lazım. Bunun yanında en az %60 makine kullanım oranına sahip olmak da önemli."

Akkuş Tekstil Başkan Yardımcısı Fasih Akkuş:

"Tekstildeki bir firmanın kapasite kullanım oranının yüzde 69-70'in altına düşmemesi gerekiyor. Bu oranını altına düşmesi hayayya kalmasını zorlaştırıyor ve tehlike sinyalleri çalmaya başlıyor."

5 Eylül 2015 Cumartesi

ABD'de Tekelleşme Oranı Büyüyor

Kapitalizmin dünyada fazla geliştiği emperyalist ülke ABD'de tekelleşme giderek artıyor. Fortune  Dergisinde (Eylül 2015) yayınlanan verilere göre ABD'deki ilk 500 firma toplam üretimin %71.9'unu yapıyor. Bu rakam 1955'te %35, 1995'te %55'ti.

3 Eylül 2015 Perşembe

Sendika.org’dan “Sosyalist” Sanders’a Güzelleme

Sendika.org sitesi 1 Eylül tarihinde Anıl Aba imzalı bir yazı yayınladı: Amerika’daki ön seçim yarışında son durum: Sosyalist Sanders yükselişte!

Yazıda Demokrat Parti aday adayı Bernie Sanders anlatılıyor. Sanders, 2016 yılında yapılacak olan ABD başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti’nin “aday adayı. Anıl Aba’ya göre Sanders’ın “sosyalist” duruşuna rağmen halk içinde popülerleşmesi, oy kazanmasıABD’de bir “kırılma” anlamına geliyor.  Çünkü ABD’de “sosyalizmin kavramsal standartları çok düşük”müş. Yazar, Sanders’ın başarısını “aklı başında şeyler söyleyen tek aday” olmasına bağlıyor.

Sanders’ın ne kadar “aklı başında” bir “sosyalist” olduğunu görelim:

70’li yılların başından beri siyaset yapan ve 2007 yılından bu yana senatör olan Sanders, 1999 yılında Clinton yönetiminin Sırplara saldırısını, 2001 yılında Bush yönetiminin Afganistan işgalini desteklemiştir. Obama’yı, 2011 yılında Libya’yı bombaladığı için değil, bunu kongreden yetki almadan yaptığı için eleştirmiş; Irak ve Suriye’nin 2014’te bombalanmasını desteklemiştir.

İsrail devletinin müzmin bir savunucusu olan Sanders, 500'den fazla çocuk olmak üzere yaklaşık 2.000 Filistinlinin öldürüldüğü 2014 yılı Temmuz-Ağustos aylarındaki Gazze Şeridi'ne yönelik İsrail saldırısının da arkasında durmuştur. Ağustos 2014’te yapılan bir toplantıda kendisine İsrail’in suçlarını neden desteklediğini soran dinleyicilere verdiği cevap “kapa çeneni!” olmuştur.
Ekonomi ve dış siyaset alanında tam bir Çin karşıtı olan Sanders, ABD’nin Ukrayna’daki faşist unsurların başını çektiği hareketi destekleyen müdahalesini de savunmuştur. Geçen yıl “Tüm Dünya Putin’e karşı ayağa kalkmalıdır” diyerek ABD ve Avrupa basının savaş çığırtkanlığına ortak olmuştur.
Sözde savaş karşıtı Sanders defalarca Pentagon ödeneklerini, CIA ve NSA gibi istihbarat servislerinin fonlarını senatodaki oylarıyla desteklemiştir.

Sanders IŞİD ile mücadelede Suudi Arabistanlı milyarder ailelerin de savaşa müdahil olmasını, elini taşına altına koymasını, orduları sokağa dökmesini, her şeyi ABD’den beklememesi gerektiğini ve bu savaşı ABD’nin desteğiyle ama bizzat kendi çabalarıyla kazanmaları gerektiğini söyleyerek emperyalist Ortadoğu politikasının bir santim bile dışına çıkmadığını göstermiştir.

Sanders’ın ne kadar “sosyalist” olduğuna ilişkin daha fazla örneğe ihtiyaç duymuyoruz.

Yazarımız, Sanders’ı tanıttığı ve yine Sendika.org’un gururla takdim ettiği bir başka yazısını şöyle noktalamıştır:   

’Böylesi reformist partiler iktidar olup düzeni restore ederek devrimi geciktiriyorlar’ polemiğine hiç girmiyorum. Ben halkların sosyalizme olan sempatisinin artmasını olumlu buluyorum. Sistemi içerden sıkıştırarak bir takım kanallar açmak doğru kullanıldığında uzun vadeli bir stratejinin bir parçası olabilir.”  

Bu mavallar Syriza başa geldiğinde de okunmuştu. Bu mavallar Syriza başa geldiğinde de okunmuştu. “Sosyalizmin kavramsal standartları çok düşük” olduğu bu tür yazarlar ve bunları yayınlayanlar oldukça daha çok Çipras ve Sanders güzellemeleri görürüz. 



65 Milyar Dolarlık Vurgun ya da Uluslararası Tekeller Türkiyeli İşçileri Nasıl Sömürüyor?

Dev yabancı şirketler Türkiye'deki işçilerin ürettiği artı değeri nasıl el koyuyorlar?

Türkiye'ye yaptıkları sermaye ihracıyla.

Burjuva ekonomistler sermaye ihracını ikiye ayırıyorlar: doğrudan yatırımlar ve portföy yatırımları.

"Doğrudan yatırım" dedikleri sanayi ve hizmet sektörlerine yaptıkları sermaye yatırımları.

"Portföy yatırımları" dedikleri ise finans sektörüne yaptıkları yatırımlar. Örneğin bankalar aracılığıyla verdikleri krediler, Türk şirketlerin hisse senetlerini satın almaları, devlet tahvili satın almaları... (buna burjuva ekonomistler "sıcak para" da diyorlar).

"Doğrudan yatırımlarda" yani sanayiye ve hizmet sektörüne yapılan yatırımda sömürünün nasıl olduğunu uzun uzun açıklamaya gerek yok. Burada çalışan işçiler zaten bu sömürüyü her gün yaşıyorlar.

"Portföy yatırımları" adı verilen borç verilen sermaye biçimindeki sermaye ihracında ise sömürü daha gizli oluyor, deyim yerindeyse, işçilerin "ruhu duymuyor" ama bu da "doğrudan yatırım" kadar mutlak bir sömürü söz konusu.

Örneğin, diyelim bir yabancı banka ya da kredi kurumu Türkiye'deki bir firmaya kredi veriyor. Türk firma bu krediyle sermayesini ya sıfırdan oluşturuyor ya da bu krediyi varolan sermayesini geliştirmek için kullanıyor. Bu krediyle yeni binalar, hammaddeler, makineler ve işgücü satın alıyor. Yapılan üretimin sonucunda elde ettiği artı değerle hem kendi sermayesini büyütüyor hem de kendisine verilen krediyi faiziyle birlikte geri ödüyor. (Geçerken belirtelim, yabancı kuruluşlardan 400 milyar dolar borç alan Türkiye burjuvazisi doların TL karşısında yükselmesinden çok korkuyor çünkü dediğimiz gibi dolar borçlusu)

Hisse senedi konusunda da benzer bir durum var. Türkiye'deki bir işletmenin hisse senedini satın alan bir yabancı (o şirkete kaynak sağlamış olduğu için) bu şirkete ortak olmuş oluyor ve elde ettiği kazanç yine banka kredilerinde olduğu gibi artı değerin paylaşılmasına dayanıyor.

Şimdi gelelim rakamlara. Aşağıda ayrıntısıyla okuyabileceğiniz bir haber var. Kısaca özetlemek gerekirse:

Türkiye’deki doğrudan ve portföy yatırımlarından elde ederek ülkelerine aktardıkları kârlar dolayısıyla yaşanan toplam kaynak transferi 2005 yılı ile 2015 yılı Haziran sonuna kadar geçen dönemde 65 milyar 70 milyon dolar.

Yani uluslararası tekellerin Türkiyeli işçiden elde ettiği artı değer on yılda 65 milyar dolar. Tabii bu rakam sadece transfer edilen karları gösteriyor. İçeride sermayenin yeniden üretimi için yapılan yatırımları da katarsak bu oran çok daha büyük olur.

*

http://www.dunya.com/ekonomi/ekonomi-diger/yabancilardan-10-5-yilda-65-milyar-dolar-transfer-273392h.htm

"Yabancıların Türkiye’deki doğrudan ve portföy yatırımlarından elde ederek ülkelerine aktardıkları kârlar dolayısıyla yaşanan toplam kaynak transferi 2005 yılı ile 2015 yılı Haziran sonuna kadar geçen dönemde 65 milyar 70 milyon dolara ulaştı. 2015 yılı Ocak-Haziran döneminde ise toplam kaynak transferi, önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 8.5 artarak 4 milyar 991 milyon dolara yükseldi.

DÜNYA’nın Merkez Bankası ödemeler dengesi verilerinden yararlanarak yaptığı hesaplamalara göre, ocak-haziran döneminde doğrudan yatırım kaynaklı transfer 2 milyar 617 milyon dolar, portföy yatırımı kaynaklı transfer 2 milyar 317 milyon dolar seviyesinde gerçekleşti. Toplam kaynak transferi ise yüzde 7.5 oranında artarak 4 milyar 598 milyon dolardan, 4 milyar 991 milyon dolara yükseldi.

2005 yılından bu yana yabancıların hisse senedi, Devlet İç Borçlanma Senedi gibi araçlara dayalı portföy yatırımlarından elde ederek, yurtdışına aktardıkları kaynak tutarı 37 milyar 378 milyon dolara ulaştı. Aynı dönemde doğrudan yatırımlardan elde edilerek yurtdışına aktarılan kaynak tutarı ise 27 milyar 692 milyon dolar oldu. Böylece 2005 yılından bu yana yabancıların portföy yatırımları ve doğrudan yatırımlardan elde ederek ülkelerine aktardıkları toplam kaynak miktarı ise 65 milyar 70 milyon dolar seviyesinde gerçekleşti.

2015 yılında daha önceki seyirden farklı olarak, yılın ilk yarısında sıcak para kaynaklı kar transferi, doğrudan yatırımlardan elde edilen kaynak transferinin altında kaldı. Yılın ilk yarısında 2 milyar 374 milyon dolarlık porföy kaynaklı kar transferi yapılırken, doğrudan yatırımlar kaynaklı transfer tutarı 2 milyar 617 milyon dolar oldu. 2004 ve 2005 yıllarında portföy yatırımlarından elde edilen kar, doğrudan yatırımın yaklaşık 3 katı düzeyinde seyrediyordu."

2 Eylül 2015 Çarşamba

Kapital, Kapital 3. cilt, 3. Kısım, “Kar Oranının Düşme Eğilimi Yasası” - Bazı Konu Başlıkları3. Kısım, “Kar Oranının Düşme Eğilimi Yasası” - Bazı Konu Başlıkları



(Alıntılar Yordam Yayınları Baskısından...)

Ülkelerin benzer aşamalardan zorunlu olarak geçmek zorunda oluşu, kar oranının daha az gelişmiş ülkede daha fazla olması

“Bir ülkedeki birbirlerini izleyen farklı gelişme aşamaları için geçerli olanlar, farklı ülkelerdeki eş zamanlı olarak yan yana bulunan farklı gelişme aşamaları için de geçerlidir. Genel kar oranı, ilk sermaye bileşiminin ortalamayı oluşturduğu gelişmemiş ülkede %66⅔’e, çok daha yüksek bir gelişme aşamasındaki ikinci ülkede ise %20’ye eşit olurdu.” (s. 220)

*

Giderek daha az canlı emeğin giderek daha fazla üretim aracını harekete geçiyor olması, bunun sonucunda ödenmemiş emeğin cisimleştiği kısmın toplam yatırılan sermayeye oranla sürekli daha küçük hale gelmesi (yani değişmeyen sermaye oranının değişen sermaye oranına göre sürekli büyümesi). Bunun da emek üretkenliğinin bir ifadesi olması:

“...üretim araçlarına eklenen canlı emeğin toplam kütlesi, bu üretim araçlarının değerine göre azaldığından, karşılığı ödenmemiş emek ve bunu temsil eden değer parçası da, öndelenmiş olan toplam sermayenin değerine oranla azalır. Ya da: Yatırılan toplam sermayenin giderek daha küçük bir özdeş parçası canlı emeğe dönüşür ve dolayısıyla, kullanılan emeğin karşılığı ödenmemiş kısmı bu sırada karşılığı ödenmiş kısıma oranla büyüse bile, söz konusu toplam sermaye, kendi büyüklüğüne oranla, giderek daha az emek soğurur. Her ikisinin de mutlak olarak büyümesine karşın değişir sermayenin göreli olarak küçülmesi ve değişmez sermayenin göreli olarak büyümesi, söylenmiş olduğu üzere, emek üretkenliğindeki artışın farklı ifadesinden farklı bir ifadesinden başka bir şey değildir.” (s. 221-222)

...canlı emeğin harekete geçirdiği maddeleşmiş emek kitlesi.


Üretici gücün gelişimi ve sermayenin ona karşılık gelen daha yüksek bileşimi, sürekli olarak azalan bir emek niceliği aracılığıyla sürekli olarak artan bir üretim araçlarını niceliğini harekete geçirdiğinden, toplam ürünün her bir özdeş parçası, tek tek her bir meta ya da üretilen toplam kütlenin belirli meta miktarlarının her biri, daha az canlı emek soğurur ve dahası, hem kullanılan sabit sermayedeki aşınma ve yıpranma hem de tüketilen ham ve yardımcı maddeler cinsinden daha az nesnelleşmiş emek içerir. Demek ki, her bir meta, üretim araçlarında nesnelleşmiş ve üretim sırasında yeni eklenmiş olan emeğin daha küçük bir toplamını içerir. Bundan dolayı, tek tek metaların fiyatları düşer. Mutlak ya da göreli artık değer oranı yükselirse tek bir metanın içerdiği kar kütlesi buna rağmen büyüyebilir.  (s. 233)


Sanayinin üretkenliği artarsa, tek tek metaların fiyatları düşer. Bunlar, daha az emek, daha az karşılığı ödenmiş ve karşılığı ödenmemiş emek içerir. Aynı emek, örneğin öncekinin üç katı kadar ürün üretse, tek bir ürüne ⅔ oranında daha az emek düşer. Ve kar, tek bir metanın içerdiği bu emek kütlesinin yalnızca bir kısmını oluşturabileceğinden, bu tek metadaki kar kütlesi azalmak zorundadır ve bu söylenen, belirli sınırlar içinde, artık değer oranı yükselse bile geçerlidir. (234)

...bir yandan sermaye birikimi, ama diğer yandan da değişmez sermayeye oranla değişir sermayenin azalmasını ve dolayısıyla kar oranının düşmesini hızlandırır… (s. 242)

….onlarda nesnelleşen ek canlı emek miktarının sürekli olarak azalması… (s. 244)

*

Çalışan sayısının artması:

...üretim araçlarının bu artışı, işçi nüfusunun büyümesini… beraberinde getirir. (s. 232)

Çalışan sayısının artış hızının farklı sektörlerde farklı olması:

Değişir, yani işçi ücretlerine yatırılan sermayedeki göreli azalmaya rağmen mutlak işçi sayısının artması,tüm üretim dallarında ve aynı şekilde gerçekleşmez. Tarımda, canlı emek öğesindeki azalma mutlak olabilir.

Bu arada, bu göreli azalmaya rağmen ücretli emekçilerin sayısının mutlak olarak artması, sadece  kapitalist üretim tarzının bir gereksinimidir. (At any rate, it is but a requirement of the capitalist mode of production that the number of wage-workers should increase absolutely, in spite of its relative decrease.) (s. 267)

*



Çalışan sayısı mutlak olarak düşmeye başlarsa devrim olur:

Üretici güçlerdeki, işçilerin mutlak sayısını azaltacak, yani aslında tüm ulusun kendi toplam üretimini daha sınırlı bir süre içinde gerçekleşmesini mümkün kılacak olan bir gelişme, nüfusun çoğunluğunu devre dışı bırakacağından, devrime yol açardı. Burada, kapitalist üretimin özgül sınırı ve üretim tarzının, hiçbir şekilde üretici güçlerin gelişmesinin ve zenginliğin yaratılmasının mutlak bir biçimi olmayıp, aksine belirli bir noktada bunlarla çatıştığı gerçeği bir kez daha görünür. (s. 267)

*

Nüfus artışı:

(kapitalist üretimde sefalet nüfusun anası olduğundan) under capitalist production misery produces population.

İşsizlik:

“...kapitalist üretim ne ölçüde gelişirse, göreli bir aşırı nüfus olasılığı da o ölçüde ortaya çıkar; bunun nedeni, toplumsal emeğin üretici gücünün azalması değil, artmasıdır; yani, emek ile geçim araçları ya da bu geçim araçlarının üretilmesi için gerekli olan araçlar mutlak bir oransızlık değil, emeğin kapitalist yolla sömürülmesinden kaynaklanan bir oransızlık, sermayenin giderek artan büyümesi ile onun görece azalan nüfus artışı gereksinimi arasındaki orantısızlıktır.” (s. 227)

“kapitalist üretim tarzı ne kadar gelişirse, büyüyen bir emek gücü bir yana, aynı emek gücünü istihdam etmek için bile giderek daha büyük bir sermaye niceliğine gereksinim duyulacağı sonucu çıkar. Demek ki, emeğin artan üretici gücü, kapitalist temel üzerinde, kaçınılmaz ve sürekli olarak, görünüşte bir işçi nüfusu fazlası yaratır.

… Göreli aşırı nüfus, bir ülkede, kapitalist üretim tarzı orada ne kadar gelişmişse o kadar dikkat çekici bir şekilde görülür. (s. 241)


...bir tarafta kullanılmayan sermaye ve diğer tarafta kullanılmayan işçi nüfusu.. (s. 255)


Kapitalist üretimin sınırı, işçilerin fazla zamanıdır. Toplumun kazandığı mutlak fazla zaman onu ilgilendirmez. Onun açısından, üretici gücün gelişmesi, genel olarak maddi üretimin gerektirdiği emek-zamanı azalttığı için değil, yalnızca, işçi sınıfının artık emek-zamanını artırdığı için önemlidir; bu nedenle çelişkilere doğru yol alır.  (s. 267)
*

Daha büyük işletmelerin kar kitlesindeki artışları sayesinde kar oranı azalmasını telafi etmesi:

Aynı yasalar, toplumsal sermaye için büyüyen bir mutlak kar kütlesi ve düşen bir kar oranı üretir. (s. 224) the same laws produce for the social capital a growing absolute mass of profit, and a falling rate of profit.


Diğer yandan, kar oranının birikimle bağlantılı düşüşü, zorunlu olarak bir rekabet mücadelesine yol açar. Kar oranındaki düşüşün kar kütlesindeki yükselişle telafi edilmesi, yalnızca toplumun toplam sermayesi ve büyük, tümüyle hazırlıklı kapitalistler için söz konusudur. Bağımsız olarak iş gören yeni ek sermayenin önünde bu tür yerine koyma koşulları bulunmaz; henüz bunları kazanmak zorundadır ve dolayısıyla sermayeler arası rekabet kar oranının düşmesine değil, kar oranının düşmesi sermayeler arasındaki rekabet mücadelesine yol açar.… (s. 260)

kar oranını kar kütlesiyle telafi edebilen az sayıdaki yerleşik büyük sermayeler… (s. 263)


Onun üretim yöntemi toplumsal ortalamanın üzerindedir. (s. 268)



*

Piyasadaki tek tek metalara nasıl bakmak gerekir?

kapitalist üretimde, tek bir metanın ya da herhangi bir zaman aralığının meta-ürününün, yalıtılmış şekilde, kendi başına, yalnızca meta olarak değil, öndelenmiş olan sermayenin (advanced capital) ürünü olarak ve bu metayı üreten toplam sermayeyle ilişkili olarak ele alınması… önemlidir. (s. 233)
*

kar oranlarının düşmesine karşı yönde gelişen eğilimler:

Emek yoğunluğunun artırılması:

Emeği, değişmez sermayenin değişir sermayeye oranla büyümesine, yani kar oranının düşmesine neden olacak şekilde yoğunlaştırmanın pek çok yolu bulunur; bir işçinin daha çok sayıda makineyi idare etmek zorunda bırakılması bunlardan biridir. (s. 238)


*

üretim araçlarının değerini yitirmesi:

...değişir sermayeye oranla değişmez sermaye kütlesini artıran aynı gelişme, emeğin üretici gücündeki yükselişin ürünü olarak, değişmez sermaye öğelerinin değerini azaltır ve bu nedenle, değişmez sermayenin değerinin, sürekli olarak büyümesine karşın, onun maddi hacmiyle, yani aynı emek gücü miktarıyla harekete geçirilen üretim araçlarının maddi hacmiyle aynı anda büyümesine engel olur.   (s. 241)


...

Sanayinin gelişimiyle birlikte eldeki sermayenin (yani sermayenin maddi öğelerinin) değer yitirmesi... (s. 241)


Kar oranının düşmesiyle eş zamanlı olarak sermayelerin kütlesi büyür ve eldeki sermaye, bu büyümeyle el ele, bir değer yitimine uğrar; bu da, söz konusu düşüşü yavaşlatır ve sermaye değeri birikimine hızlandırıcı bir itki sağlar. (s. 253)


Sermayenin bu sürekli büyümesi ve dolayısıyla aynı zamanda, biraz ötede yeni yöntemler çoktan kullanılmaya başlamışken, üretimin, huzur içinde varlığını sürdüren eski üretim yöntemine dayalı olarak genişlemesi de, kar oranındaki azalmanın, toplumun toplam sermayedeki büyümeyle aynı oranda olmamasının bir nedenidir. (s. 267)

*

Lüks ürün tüketimi:

...diğer yandan, özellikle lüks tüketime yönelik olanları da dahil olmak üzere yeni üretim dalları açılır; bunlar sıklıkla başka üretim dallarında değişmez sermayenin ağır basmasıyla serbest kalan göreli nüfusu temel alır; kendileri de, canlı emek öğelerinin ağır basmasına yaslanır ve sonrasında, adım adım, diğer üretim dallarının izlediği yolun aynısını izlerler. Her iki durumda da, bu üretim dallarında hem artık değer oranının hem de artık değer kütlesinin olağan dışı derecede yüksek olmasına yol açacak şekilde, değişir sermaye toplam sermayenin önemli bir kısmını oluşturur ve ücretler ortalamanın altındadır. (s. 241-242)


*

Dış ticaret- sermaye ihracı:

Dış ticaret, kısmen değişmez sermaye öğelerini, kısmen de değişir sermayenin zorunlu geçim araçlarını ucuzlatır. (s. 242)


Dış ticarete yatırılan sermayeler daha yüksek bir kar oranı elde edebilir, çünkü burada, her şeyden önce, başka ülkeler tarafından daha sınırlı üretim olanaklarıyla üretilen metalarla rekabet edilir ve böylece, daha ileri olan ülke, kendi metalarını, rakip ülkelere göre daha ucuza olmakla birlikte, kendi değerlerinden fazlasına satarlar. Burada, daha ileri ülkenin emeğine daha yüksek özgül ağırlığa sahip emek olarak değer biçilmesi ölçüsünde , karşılığı daha nitelikli olması olması göz önünde bulundurularak ödenmeyen emek, böylesi bir emek sayılarak satıldığından, kar oranı yükselir.

Aynı ilişki, kendisine meta gönderilen ve kendisinden meta alınan bir ülke için de geçerli olabilir; yani, söz konusu ülke, ayni olarak, aldığından daha fazla nesnelleşmiş emek verebilir ve yine de, bunu yaparken, metaları onları kendisinin üreteceği duruma göre daha ucuz elde edebilir.


Sermaye yurt dışına gönderiliyorsa, bunun nedeni, yurt içinde kullanılmasının mutlak olanaksızlığı değil, yurt dışında daha yüksek kar oranlarıyla kullanılabilmesidir. (s. 260)


*

Kar oranlarının düşme yasasının etkisinin uzun sürede hissedilmesi:

Böylece, yasa, yalnızca, etkisi sadece belirli koşullar altında ve daha uzun dönemlerde çarpıcı bir şekilde ortaya çıkan bir eğilim olarak işler.

*

Kar oranlarının düşmesinin tekelleşme eğilimini artırması:

...kar oranının düşmesi de, küçük kapitalistlerin, ellerinde hala el koyulacak bir şeyler bulunan son dolaysız reticilerin mülksüzleştirilmesi yoluyla, sermayenin yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini hızlandırır. (s. 246-247)
*

Kar oranlarının düşmesinin büyümeyi düşürmesi:

kar oranıyla birlikte birikim oranı düşer… (267)


Ama kar oranının düşmesi nedeniyle kapıldıkları dehşette önemli olan şey, kapitalist üretim tarzının, üretici güçleri geliştirirken, zenginliğin kendisinin üretimiyle hiçbir ilgisi olmayan bir engelle karşılaştığı hissidir; ve bu kendine özgü engel, kapitalist üretim tarzının sınırlılığını ve yalnızca tarihsel, geçici bir nitelik taşıdığını doğrular; zenginlik üretimi için mutlak üretim tarzı olmak şöyle dursun, belirli bir aşamada, bunun daha fazla gelişmesiyle bağdaşmazlığa düştüğünü doğrular.  (s. 247)


*


Emek üretkenliğinin artmasının kapitalist üretim tarzının sınırlarını göstermesi:

Sermaye belirli bir miktarda karşılığı ödenmemiş emek soğurmuştur. Kendisini kar oranının düşmesiyle ifade eden sürecin gelişimiyle, bu şekilde üretilen artık değerin kütlesi muazzam boyutlara ulaşır. Ardından sürecin ikinci perdesi başlar. Tüm meta kütlesi, değişmez sermaye ile değişir sermayeyi yerine koyan kısım da artık değeri temsil eden kısmı da dahil olmak üzere toplam ürün satılmak zorundadır. Bu gerçekleşmezse ya da yalnızca kısmen gerçekleşirse, işçi sömürülmüş olsa bile, bu sömürü kapitalist açısından sömürü olarak gerçekleşmemiş olur ve bu da, ele geçirilen artık değerin gerçekleşmemesiyle ya da yalnızca kısmen gerçekleşmesiye, hatta sermayesinin kısmen ya da tümüyle yitirilmesiyle bağlantılı olabilir. Dolaysız sömürünün koşulları ile onun gerçekleşmesinin koşulları özdeş değildir. Bunlar, yalnızca zaman ve yer açısından değil, kavramsal olarak da farklıdır. Birincileri yalnızca toplumun üretici gücü, ikincileri ise farklı üretim dalları arasındaki oransal ilişkiler ve toplumun tüketici gücü sınırlandırır. Ama bu sonuncusu, mutlak üretim gücüyle ya da mutlak tüketim gücüyle değil, toplumun büyük bir kesiminin tüketimini yalnızca az çok dar sınırlar içinde değiştirilebilir olan bir minimuma indiren, uzlaşmaz bölüşüm ilişkilerine dayalı tüketim gücüyle belirlenir.  (249)


...

...üretici güç ne kadar gelişirse, tüketim ilişkilerinin dayandığı dar temele o kadar ters düşer. (249)
...

...artık değerin üretilmesinin koşulları ile gerçekleştirilmesinin koşulları arasındaki çelişki...-


Sermayenin aşırı üretimi, hiçbir zaman, sermaye olarak iş görebilen, yani emeğin belli bir sömürü derecesinde sömürülmesi için kullanılabilecek olan üretim araçlarının (emek ve geçim araçlarının) aşırıüretiminden başka bir anlama gelmez. (s. 260)


Kapitalist üretimde kar oranı itici güçtür ve yalnızca, şeyler karlı bir şekilde üretilebildikleri sürece üretilir. (s. 263 - Türkçe çevirisi yanlış) The rate of profit is the motive power of capitalist production. Things are produced only so long as they can be produced with a profit.


*

Kar oranlarının düşmesinin spekülasyonu beslemesi:

[kar oranının] düşmesi yeni bağımsız sermayelerin oluşumunu yavaşlatır ve böylece kapitalist üretim sürecinin gelişimi için bir tehdit olarak görünür; gereksiz nüfusun yanı sıra aşırı üretimi, spekülasyonu, bunalımları ve gereksiz sermayeyi teşvik eder. (247)

*

Sermaye büyüdükçe patronların asalaklaşması:

...kapitalistin emeği, genel olarak, sermayesinin büyüklüğüyle, yani onun kapitalist olma derecesiyle ters orantılıdır. (251)
*

Günümüzde kapitalizmin gelişmişliğinin ölçütü nedir?

Emeğin toplumsal üretici gücünün gelişmesi kendisini iki şekilde gösterir: Birincisi, o zamana kadar üretilmiş olan üretici güçlerin büyüklüğüyle, yeni üretimin tabi olduğu üretim koşullarının değer ve kütle cinsinden hacimleriyle ve biriktirilmiş olan üretken sermayenin mutlak büyüklüğüyle; ikincisi, toplam sermayeye oranla, işçi ücretlerine yatırılmış olan sermayenin göreli küçüklüğüyle. Söz konusu gücün gelişmesi, aynı zamanda sermayenin yoğunlaşması anlamına gelir. (251)


*

Kapitalizmin büyük çelişkisi:

...eğer kapitalist üretim tarzı, bir yandan, maddi üretici gücü geliştirmenin ve ona karşılık gelen dünya pazarını geliştirmenin bir aracıysa, diğer yandan da, söz konusu tarihsel görevi ile kendisine karşılık gelen toplumsal üretim ilişkileri arasındaki sürekli çelişkidir. (s. 255)

Burada kapitalist üretim tarzı yeni bir çelişkiye düşer. Onun tarihsel görevi, insan emeğinin üretkenliğinin, sınırsızca, geometrik olarak artmasını sağlamaktır. Burada olduğu gibi, üretkenliğin gelişiminin önündeki bir engele dönüşür dönüşmez, bu göreve ihanet etmiş olur. Böylece, yaşlılık belirtileri göstermekte ve giderek daha da köhneleşmekte olduğunu yeniden kanıtlar. (266)


*

Krizin yükünü kapitalistlerin birbirinin sırtına yüklemeye çalışması:

İşler yolunda gittiği sürece, rekabet, genel kar oranının belirlenmesi örneğinde de görüldüğü üzere, ortak ganimeti hep birlikte, her birinin eklediği payın büyüklüğüne orantılı şekilde paylaşmalarını sağlayacak şekilde, kapitalistler sınıfının pratik kardeşliği olarak iş görür. Ama karın paylaşımı yerine zararın paylaşımı söz konusu olur olmaz, herkes zarardan payına düşecek olan miktarı mümkün olduğunca azaltmaya ve başkasının sırtına yüklemeye çalışır. (...) tek tek her birinin omuzlarına ne kadarının düşeceği, her birinin zarara ne ölçüde ortak olacağı, güce ve kurnazlığa bağlı hale gelir ve o zaman, rekabet, düşman kardeşler arasındaki bir mücadeleye dönüşür. Geçmişte, her bir kapitalistin çıkarları ile kapitalistler sınıfının çıkarlarının özdeşliği nasıl rekabet aracılığıyla pratikte kendini kabul ettiriyorduysa, şimdi de bu çıkarlar arasındaki karşıtlık kendisini ortaya koyar. (257)
...

...söz konusu zararın tek tek kapitalistlere kesinlikle eşit şekilde dağılmayacağı, bunun yerine, zararın, özel avantajlara ya da önceden elde edilmiş olan konumlara bağlı olarak çok eşitsiz şekillerde ve çok farklı biçimlerde bölünmesini içeren bir rekabet mücadelesinin belirleyici olacağı ve böylece, bir sermaye atıl bırakılırken bir başkasının yok edileceği, bir üçüncüsünün yalnızca göreli bir zarara uğrayacağı ya da yalnızca geçici olarak eğer yitireceği vb. doğrudur. (258)

*

Emek üretkenlğinin sosyalizmde önemini sürdürecek olması:

...metaya giren toplam emek miktarındaki bu azalma, üretimin hangi toplumsal koşullar altında gerçekleştirildiğinden bağımsız olarak, emeğin üretici gücündeki artışın temel ayırıcı özelliği olarak görünür. Üreticilerin üretimlerini önceden hazırlanan bir plana göre düzenledikleri bir toplumda ve hatta basit meta üretiminde, emek üretkenliği gerçekten de kesinlikle bu ölçekle ölçülürdü. (265)

*