13 Şubat 2016 Cumartesi

Kriz Korkusu Devletlerin Saldırganlığını Artırıyor


Bir kapitalistin yatırım yapması için, ortada yatırımı yapmaya değecek bir kar oranı olması gerekir. Bununla birlikte, özellikle bazı sektörlerde, sermayenin organik bileşimi öylesine büyüdü, kapitalistler işçilerin yerine öylesine büyük bir oranda makine geçirdi ki, sermayenin artı-değer üreten kısmı toplam sermayeye oranla o kadar küçüldü ki, tüm karşı yöndeki etkenlere rağmen, kar oranları hızla düşmeye başladı.  


Yazıya, rekabet nedeniyle tek tek firmaların üretimi ucuzlatıp ekstra kar elde etmek amacıyla sermayelerinin organik bileşimlerini nasıl artırdıklarına ilişkin güncel bir örnekle başlayalım. Aşağıdaki alıntı 11 Şubat tarihli Financial Times gazetesinden:


“Rakipleriyle arasındaki kar marjı farkını düşürmek isteyen Rolls-Royce daha verimli mühendislik teknikleri uyguluyor.


İngiliz otomotiv şirketi Rolls Royce üretim operasyonlarını emek-yoğun tesislerden süreç ve ürünlerin sürekli olarak en düşük maliyetle üretildiği üst düzey tesislere dönüştürüyor.


...2009 yılından beri şirket sivil havacılık üretimini dönüştürmek ve üretimi artırmak için 1.1 milyar dolarlık yatırım yaptı.


...Üretim süreçlerindeki derin değişiklikler, karmaşık nikel alaşımı disklerin üretim süresinin yarı yarıya düşmesini sağladı.


‘Şimdi 12 ila 45 saat arasında hiç insan eli değmeden aralıksız üretim yapabiliyoruz; daha önce bu süre sadece yarım saatti’ diyor Rolls-Royce şirketinin mühendislik bölüm şefi Mark Turner.


Fabrikada otuz tane yepyeni makine var. Her biri küçük bir kamyon büyüklüğünde ve her biri pek çok farklı iş yapabiliyor. Bir zamanlar bir diskin herhangi bir bileşenini üretmek 118 saat alıyordu; şimdi, Washington’daki fabrikamız bunu 30 saatte üretebiliyor. Bir başka çarpıcı değişim de, makine dişlilerini bir arada tutan diskteki karmaşık yivlerin kesimi gibi zor bir işim otomasyonu. Kesim makinesini kurmak bir zamanlar 24 saatimizi alırdı. Şimdi bu iş 25 dakikada yapılıyor.


Rotherham’daki Rolls-Royce fabrikası 2017 yılında tam anlamıyla çalışmaya başlayacak ve bir yılda 100 bin tane son derece karmaşık türbin kanadını sadece 150 çalışanla üretecek.


...Fabrikalar minimum insan denetimiyle 24 saat çalışmaktadır.”   


Görüldüğü gibi, tek tek firmaların rakiplerine göre daha ucuza üretme çabası genelleşince yeni üretim düzeyi bir norm haline geliyor ve bu yeni düzende sermayenin artı-değer üreten kısmı tüm sermayeye oranla giderek küçülüyor ve kar oranları düşüyor.


Nitekim, bölgeler arasında farklılıklar olmakla birlikte IMF, Dünya Bankası, OECD, Birleşmiş Milletler ve daha pek çok emperyalist kurumun yayınlarında genel olarak dünyadaki sanayi üretiminin yavaşladığını görüyoruz. Demek ki, kar oranları yeterince yüksek değil; yatırımı özendirmiyor.


Şubat 2008’da aşırı üretim krizine giren, Kasım 2010’da krizden çıkan ama hızlı bir yükseliş göstermeyen, Aralık 2014’ten itibaren ise inişli çıkışlı bir gerileme yaşayan dünya sanayisi,


Ocak 2008 seviyesini hala yakalayamamış olan Avrupa sanayisi,


Kriz öncesi en yüksek seviyesini aşsa da son dönemde büyüme hızı düşen ABD sanayisi,


Kriz öncesi üretim seviyesinde bulunan Almanya sanayisi,


Bu seviyenin çok gerisinde bulunan (ve bu yüzden aşırı üretim krizini aşamayan) Fransız, İngiliz, Japonya, Rusya, Brezilya sanayisi,


Son zamanlarda büyüme hızları bariz bir biçimde düşen Hindistan sanayisi


2010’dan beri büyüme hızı yarı yarıya gerileyen Çin sanayisi,


Krizden çıktıktan sonra 2010 sonu itibarıyla yavaşlayan, durgunluğa doğru giden Türkiye, Meksika, Polonya sanayisi,


… bizlere şunu göstermektedir:


Emperyalist devletlerin kendi ülkelerindeki tekeller lehine yaptıkları müdahaleler - tarihte görülmemiş derecede büyük devlet müdahaleleri - kapitalist dünya ekonomisini inişli çıkışlı durgunluğundan çıkaramadı.


Sözü edilen devlet müdahalelerine nelerdir?


ABD Merkez Bankası 2008 - 2015 arasında 3.7 milyar dolar bastı.


Japonya Merkez Bankası Mayıs 2013’tan beri yılda yaklaşık 660 milyar dolar basıyor.


Ocak 2015’te Avrupa Merkez Bankası para basarak ekonomiye şimdiye kadar 600 milyar dolar pompaladı.


Bankalar daha fazla kredi verip piyasayı canlandırsın mantığıyla Merkez Bankaları, banka kasalarında duran devlet tahvili gibi kağıtları bankalardan satın alarak (ABD Merkez Bankası bugüne kadar 4 trilyon dolar değerinde tahvil satın aldı) bastıkları paraları bankalara transfer ettiler. Böylece yeni para bankaların hesabına geçmiş oluyordu. Piyasadaki para miktarı artınca, faizler de düşmüş oluyor. Çünkü faiz piyasadaki para arzıyla para talebi arasındaki orana göre belirlenir ve Merkez Bankaları az önce anlattığımız mekanizmayla arzı muazzam oranlarda artırmış oluyorlar. Merkez Bankaları en risksiz tahvil ve hisseleri satın aldığı için bunların fiyatlarını yükseltti ve faiz getirilerini düşürdü. Bu da yatırımcıları uzun süre daha fazla faiz getiren daha riskli tahvil ve hisseleri satın almaya yöneltti. Düşük faiz oranından yararlanmak için gerekli kredi notuna sahip daha fazla spekülasyona yöneldi.


Burjuva ekonomistler, bu spekülasyon balonları patlarsa tıpkı 2008 yılında olduğu gibi yeni bir krize girilebileceğinden söz ediyorlar.


An itibarıyla emperyalist devletlerin müdahaleleri yeni bir evreye girmiş durumda. Ama buna geçmeden önce, Marx’ın krizler sırasında Merkez Bankası politikalarıyla ilgili neler düşündüğüne göz atalım.


1848 devriminin başarısızlığa uğramasıyla Marx’ın ekonomik araştırmalarında yeni bir dönem başlar. 1849 yılının sonbaharında İngiltere’ye taşınır ve burada politik ekonomi alanındaki çalışmalarını derinleştirir; British Museum kütüphanesinin olanaklarından da yararlanarak 1840’larda yayınlanan tüm ekonomik verileri, Lenin’in deyişiyle “olgusal malzemeden oluşan bir dağı” incelemeye başlar.


Marx bu dönemde, Adam Smith ve David Ricardo’nun eserlerini de yoğun bir biçimde inceler.


1850-1853 yılları arasında 24 defterlik not tutmuştur. Bu notları konu ve yazar sıralamasına göre düzenlemeye çalışmış, çalışmalarını sistematik bir hale getirmiştir. Eserlerinde bu notlardan sıkça yararlanır. Grundrisse’de bu defterlere  yaptığı referansları sıkça görürüz.


Marx, yaptığı bu çalışmaların ilk sonuçlarını Engels’le paylaşır. 7 Ocak - 3 Şubat arasında Engels’e yazdığı mektuplarda bu sonuçları özetler. Aşırı üretim krizinin para üzerindeki etkisini incelediği 3 Şubat 1851 tarihli mektubunda o zamana kadar doğru kabul ettiği Ricardo’nun paranın dolaşımıyla ilgili teorisini de eleştirir.   


Ricardo’nun para dolaşımına ilişkin teorisi dönemin İngiltere’sinde devletin finans işlerine bakan üst düzey bürokratlar tarafından da kabul görüyordu. Bu bürokratlar, kriz tehlikesini engellemek için Ricardo’nun teorileri doğrultusunda önlemler almaya başladılar. Ama bu önlemlerin (1844 Peer Bankacılık Yasası gibi önlemlerin) 1847 krizinde doğurduğu pratik sonuçlar Marx’ı Ricardo’nun para dolaşımı konusundaki görüşlerini yeniden ele almaya itti.


Ricardo’nun teorisinden çıkarılan anlayışa göre bir ülkedeki ekonomik kriz ülkedeki para miktarı onu karşılayan altın miktarına karşılık gelinceye kadar para basarak, yani piyasadaki parayı artırarak, böylece kredi hacmi genişletilerek önlenebilirdi. Böylece herkesin satmak istediği, ama kimsenin almak istemediği kriz ortamı son bulacaktı.


Bu “önlemler” sonucunda geçici bir toparlanma görüldü ama kısa süre sonra aynı çelişkiler çok daha keskin bir biçimde ortaya çıktı.


Marx, 3 Şubat 1851’de Engels’e yaptığı mektupta İngiliz Merkez Bankası politikalarını şöyle eleştiriyordu:


“Şu mantıktan hareket ediyorlar: güya kağıt paranın hareketi ALTIN-GÜMÜŞ paranın hareketini takip etmek zorunda olduğu için ve burada, yapay düzenleme bir önceki durumdaki doğal yasanın yerini alması gerektiği için İngiltere Merkez Bankası ülkeye ALTIN akışı olduğunda kağıt para basımını artırmalı (örneğin DEVLET TAHVİLİ satın alma yoluyla) ve ülkeden ALTIN çıkışı olduğu zaman da para miktarını...düşürmelidir. Ama ben bankanın tam tersi bir yol izlemesi ve ALTIN azalırsa para basması, altın artarsa işleri normal akışına bırakması gerektiğini düşünüyorum. Hem de gelecek ticari krizi şiddetlendirme pahasına da olsa.”


Marx, Merkez Bankalarının, üretim alanında olmadıkları için nesnel süreçler karşısında çaresiz olduklarını düşünüyordu. Bu yüzden Merkez Bankaları gelişen bir sürecin karşısında durmaya çalışmak, piyasanın satın alabileceği ürünü aşan miktarda üretim yaptığı gerçeğini anlamasını geciktirmek yerine tersine, varolan çelişkilerin bir an önce ortaya çıkması için çalışması gerektiğini gösteriyordu. Kapitalist üretimde bir Merkez Bankası’nın başka çaresi yoktu. En fazla, çelişkilerin ortaya çıkışını geciktirebilirdi ama bu kısa sürede daha büyük bir krizin doğmasına yol açardı.   


Doğal olarak bu sonuca varmak için kapitalizmde aşırı üretim krizlerinin üretici güçlerin gelişmişlik düzeyiyle üretime özel el koyma arasındaki çelişkiden doğan kaçınılmaz ve nesnel süreçler olduğunu bilmek gerekir.  


Bunu akıldan çıkarmadan, konumuza geri dönelim ve emperyalist devletlerin kendi tekellerini korumak uğruna yaptıkları müdahalelerin nasıl başarısızlıkla sonuçlandığını görelim.


Japonya ve AB Merkez Bankaları’nın durgunluktan çıkmak ve bankaları ellerinde para tutmadan kredi vermelerini (böylece üretimin canlanmasını) sağlamak için  eksi faiz politikası (yani bankanın elinde para tutmasına ceza kesme politikası) uyguluyorlar son zamanlarda. Aralık 2015’te faizleri kademeli olarak artıracağını ifade eden ABD Merkez Bankası, 11 Şubat’ta yaptığı açıklamada “eksi faiz uygulamasına geçmek ihtimal dışı değil” mesajı vererek, Avrupa ve Japonya Merkez Bankaları’nın hamlelerine karşılık verebileceğini göstermiş oldu.


Ama şu ana kadar bu politikalar ters tepmiş durumda çünkü dev bankaların başı belada. Faizler eksi olunca bankalar nereden para kazanacak? Sonuçta banka aldığı mevduat ve verdiği borç arasındaki fark sayesinde para kazanıyor.


9 Şubat günü Alman finans tekeli Deutsche Bank’ın hisselerindeki ani düşüş tüm dünya borsalarında sarsıntıya yol açtı. Deutsche Bank’ın hisseleri %10 değer kaybetmişti ve bu düşüşle hisse değeri büyük küresel bankalar arasında en zayıf sermaye yapısına sahip olan bu bankanın hisseleri 17 yılın en düşük seviyesine, 20 milyar dolara düştü. Alman bankasını batmaya karşı sigortalamanın bedeli 2008 krizi döneminin bile üzerine çıktı.


Ertesi gün Alman finans tekelinin hisseleri yeniden düşüşe geçince, bankanın Genel Müdürü John Cryan, kuklası olan Almanya Finans Bakanı Wolfgang Shauble’yi yanına oturttu; bu ikili, birlikte yaptıkları basın toplantısında bankanın “kaya gibi sağlam” olduğunu açıkladılar. Buna rağmen bankanın hisseleri %4 daha değer kaybedip toplamda %40’lık muazzam bir düşüşe ulaştı.


Sadece  Deutsche Bank değil, tüm en büyük bankalarından hisselerinden bir kaçış vardı. Credit Suisse aynı gün %8, UniCredit %7 değer kaybetti. ABD bankalarının da hisse değerleri düştü.


Daha genel olarak, hisse senetleri değerleri açısından bakarsak, bu yıl Avrupa bankaları %30, ABD bankaları %20 ve Japon Bnakaları %35 oranında kayba uğradılar.


Panik havasıyla tüm hisse senedi sahipleri devlet tahvillerinin görece güvenli limanlarına attılar paralarını. Ama bu “güvenli limanların” bir dezavantajı vardı. Ya çok düşük kazanç getiriyordu (10 yıllık İngiltere devlet tahvilleri sadece % 1.22, ABD devlet tahvilleri ise 2012 Ağustos ayından bu yana en düşük seviyesine düşerek %1.53 faiz getiriyordu) ya da hatta (Merkez Bankaları’nın eksi faiz politikaları nedeniyle) eldeki parayı da eritiyordu. Yaklaşık 6 trilyon dolar tutan Japonya ve daha pek çok Avrupa ülkesinin devlet tahvilleri para kazandıracağı yerde para kaybettirmeye başladı bir anda. Başka bir deyişle, bazı ülkelerin Merkez Bankaları bastıkları paraları yok etmeye ya da değersizleştirmeye başladılar. Böyle yaparak para birimlerinin değerlerini düşürüyorlar.


Tüm dünya açısından bakarsak, dünyadaki toplam hisse senetlerinin değerinin geçen yılki en yüksek seviyesinin %20 altında olduğunu düşünürsek, eksi faiz getirse de devlet tahvillerine böylesine hücum olmasının altında hisse senetlerinin değersiz bir kağıda dönüşeceğine dair bir korku yatıyor.  


Böylece, finansman sağlamak amacıyla hisse senedi çıkaran firmalar, çıkardıkları hisse senetleri elden çıkarılınca sermaye sıkıntısı çekiyorlar. Elden çıkmayan hisse senetleri de aslında firmalar için bir sorun. Şirketler hisselerinin faizlerini ödemekte zorlanıyorlar. Örneğin, Shell ve BP gibi petrol tekelleri petrol fiyatlarının düştüğü bu ortamda hisse senetlerine %8 gibi yüksek bir faiz ödüyorlar; bu durumu uzun süre sürdüremezler.
 
Böylece, sanayi üretiminde inişli-çıkışlı bir durgunluk sürecinde bulunan kapitalist dünya ekonomisinde borsalar da düşüşe geçince bu soruna finansman sorunu da eklendi.


Durgunluk, uzun süredir ekonominin çeşitli sektörlerine sıçradı. Deniz taşımacılığı gibi üretimle doğrudan bağlantılı ve üretimde atan nabzı yansıtan bir sektörde görülen durgunluk dikkat çekici. İşler azalınca ve taşımacılık fiyatları düşünce Western Bulk, Norden, Mitsui, Maersk, Hyundai gibi taşımacılık şirketleri 18 aydır “cepten yiyor” ve sermaye sıkıntısı çekiyorlar.


Borçların ödenmeme riskine karşı sigorta maliyetlerindeki artış da ortada bir kriz beklentisi olduğunun en önemli göstergelerinden biri. Bu maliyetler Haziran 2013’ten bu yana en yüksek seviyesine ulaştı.    


Bu yıl altın fiyatlarındaki %18’lik yükselme (ki altına olan talebin arttığını gösterir) sermayesini güvenli liman arayışlarının (dolayısıyla kapitalist dünya ekonomisindeki durgunluğun) bir başka göstergesi.


Artı-değer sömürüsü imkanlarında görülen bu daralma, ortada varolan kar olanaklarının paylaşımında anlaşmazlıklar çıkmasına, tekeller ve onların çıkarlarını kollayan emperyalist - ve emperyalistleşme yolundaki ülkeler - arasındaki mücadelenin, çelişkilerin artmasına yol açıyor.


Yakın zamanda AB ülkelerinin ABD’li tekellere karşı açtığı vergi savaşını bu bağlamda değerlendirebiliriz. Avrupa Komisyonu’nun hazırladığı bir taslak yasa bankalar ve madencilik firmaları için zaten geçerli bir dizi kuralın tüm sektörlere yayılmasını öngörüyor. Burada AB emperyalizminin amacı özellikle Apple, Amazon, Google gibi gruplardan daha fazla vergi almak. “Kendi” ülkelerinden elde ettikleri karlar üzerinde geriye dönük vergi almak istiyorlar. Örneğin Appla firması 19 milyar dolar vergi ödemek zorunda kalabilir. Ayrıca, bu firmalar Avrupa’dan ABD’ye yapacakları kar transferinde %40 gibi bir vergi ödemek durumunda kalabilir. ABD emperyalizmi bu duruma kızgın. 12 Şubat’ta ABD Hazine Bakanlığı Müsteşarı Jack Lew Avrupa Birliği’ni ABD’li firmaları “haksız yere hedef almak”la suçladı.


Bu duruma ek olarak, bu firmalar kendi aralarında da rekabet ediyorlar; Google (ya da resmi adıyla Alphabet) firması 550 milyar dolarlık değere (Türkiye ekonomisinin %70’ine) ulaştı ve cep telefonu piyasasının doyuma yaklaşması nedeniyle son dönemde düşüşe geçen Apple firmasını geride bıraktı. Bu sektördeki firmalar Huawei, Xiaomi, Lenovo gibi Çin tekellerinin baskısını hissediyorlar. Örneğin, Google firmasının gelirlerinin üçte ikisinin ABD dışında olduğunu dikkate alırsak, Çin ve Hindistan gibi pazarlarda belirli bir avantaja sahip (örneğin Çin’de 600 milyon kullanıcısı olan Baido) Çinli tekellerin yükselişi ABD’li tekeller için önemli bir tehdit oluşturduğunu görebiliriz. Google, Apple, Facebook, Amazon gibi firmaların kendi aralarındaki mücadelesi, Avrupa’da verdikleri savaş ve Baidu, Huawei, Sina ve Alibaba gibi Asya tekelleriyle mücadelelerle birleşiyor.

Bu rekabetin kaçınılmaz bir bileşeni de işçi sınıfına yönelik saldırıların artmasıdır çünkü rakip tekeller üzerinde avantaj sağlamak isteyen bir tekel, diğer şeylerin yanında, işgücü fiyatlarını indirmek, işçi haklarını sonuna kadar kısıtlamak zorundadır.   

7 Şubat 2016 Pazar

Artan Kriz Korkusuyla Emperyalist Sistemde Tekel Kavgaları Sertleşiyor

ABD ve Avrupa finans kapitaline hizmet eden ekonomistler yeni bir aşırı üretim krizi korkularını gizleyemiyorlar.


İki gün önce, 2015 yılını zararla kapatan İsviçre bankası Credit Suisse’in hisselerinin son 24 yılın en düşük seviyesine inmesi, ABD bankalarının hisselerinin bu yıl %11, Avrupa bankalarının ise %20 oranında değer kaybetmesi finans sektöründe panik havası yaratıyor.


Avrupa ve Japonya Merkez Bankaları’nın uyguladığı eksi faiz politikası bankaların kasalarındaki parayı eritiyor.


Yılın başından bu yana ABD’nin en büyük 90 finans kuruluşunun piyasa değerinde 330 milyar dolar düşüş oldu. Morgan Stanley, Citigroup, Bank of America gibi devasa bankalar piyasa değerlerinin en azından beşte birini kaybettiler.


Artık televizyonlara çıkan piyasa “uzmanlarının” yeni bir resesyona doğru gidildiğine dair öngörülerini sıkça duyar olduk.


Daralan bu piyasada “kendi” tekellerine rekabet gücü sağlamak isteyen emperyalist devletler kur savaşına devam ediyorlar. Japonya Merkez Bankası’nın “eksi faiz” uygulamasına geçişinden hemen sonra Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi hisse senedi satım alıp piyasaya para pompalama (ve faizleri daha fazla düşürme, avronun değerini düşürerek rekabet avantajı sağlama) politikalarına devam edeceğini ima etti.


Emperyalist ülkeler gibi para basma olanağına sahip olmayan “gelişmekte olan ülkeler”in durumu daha vahim. IMF Başkanı Christine Lagarde “yükselen ekonomilerin” ticaret ve finans konularında gelişmiş ülkelere bağımlı olmasının bir risk oluşturduğunu açıkladı. Bunlar IMF gibi kurumların sanki bu gelişmelerin geçmişteki gelişmelerle hiçbir ilgisi yokmuş, daha önce destekledikleri politikaların kaçınılmaz olarak bu sonuçları doğuracağını bilmiyormuşçasına yaptıkları klasik açıklamalar. Ucuz kredilerle gelişmekte olan ülke bankaları borçlanırken, bu ülkelere para akarken ve bu sayede bu ekonomiler büyürken seslerini çıkarmıyorlardı.


Şimdi bu tekeller “gelişmekte olan ülkeleri” terk ediyor. Devletlerin, şirketlerin ve “hanelerin” aldığı (kredi, devlet tahvili ve hisse senedi biçimindeki) borçların toplam miktarı Haziran 2015’te 3.36 trilyon dolardı, Eylül 2015 itibarıyla bu rakam 3.33 trilyon dolara düştü. 2009 yılının ilk çeyreğinden beri borç stokunda ilk kez bir düşüş görülüyor. Demek ki, gelişmekte olan ülkeler eskisi kadar kolay kredi alamayacak. Uluslararası Finans Enstitüsü’nün verdiği rakamlara göre 2015 yılında “gelişmekte olan ülkelerden” 735 milyar dolarlık sermaye çıkışı olmuş. 1988 yılından bu yana bu ülkelerden ilk defa net sermaye çıkışı oluyor.


Üstelik, aynı enstitünün verdiği bilgiye göre, Türkiye’nin de içinde bulunduğu “gelişmekte olan ülkelerdeki” şirketlerin karlılık oranı ilk defa emperyalist ülkelerdeki şirketlerin karlılık oranının altına düştüğü tam da bu dönemde, “gelişmekte olan ülkelerdeki” şirketlerin borçluluk oranı da emperyalist ülke firmalarını geride bıraktı.


Görüldüğü gibi, sermayenin küreselleşmesi özellikle büyümenin yavaşladığı dönemlerde azalıyor.


Ayrıca, Kautsky’nin - ve günümüzde onun teorisini savunanların - iddia ettiği gibi tek bir dünya devletinin tamamen uluslararasılaşmış, ulus ötesi bir finans kapitale hizmeti söz konusu değil. Tersine, birbiriyle rekabet eden, bu rekabette “kendi” devletlerinin desteğini arkalarına alan tekellerin mücadelesi söz konusu.


Bunun en güncel örneklerinden biri de çelik sektöründe yaşanıyor.


Avrupa Komisyonu'nun Ticaretten Sorumlu Üyesi Cecilia Malmström Çin’in ihracat patlaması nedeniyle zor durumda kalan Avrupa’daki fabrikaları desteklemek için yeni önlemler alacaklarını ifade ederken, Çin’i çelik sektöründe fazla kapasiteyle çalışmaması için uyardı; Çinli çelik üreticisi firmaları soruşturma açmakla tehdit etti.    


Çin’in çelik fiyatlarını yüzde elli oranında düşük fiyata satması, ayrıca geçen yıl (dünya çelik üretiminin 2015 yılında %2.8 düştüğü bir ortamda) çelik ihracatını ikiye katlaması, Avrupalı tekel ve devletleri karşı önlem almaya zorluyor.


2000-2014 arasında dünya çelik üretimi ikiye katlanmış, yılda 1.6 milyar tona ulaşmıştı; bu yükselişin en önemli sebebi Çin sanayisindeki hızlı büyümeydi. Ama Çin bu büyüme artık yavaşlıyor. Eskisi gibi inşaatlar da yükselmiyor. Çin piyasası artık ürettiği çeliği tüketemiyor, çelik fazla geliyor. Üretilen fazla mallar yok pahasına yurt dışına satılıyor. Çin’in 2014 yılında yaptığı 45 milyon tonluk ihracat 2015 yılında 97 milyon tona çıkıyor.


Sadece AB değil, ABD hükümeti de, korumacı önlemler alıyor. En büyük üreticisi US Steel firması 1.5 milyar dolar zarar edince, vaaz ettiği her tür neo-liberal söylemi bir tarafa bırakıp çeliğe %236 vergisi koyuyor.


Kapitalist dünya ekonomisi yavaşladıkça, pasta küçüldükçe, pay kavgası da artıyor. Demek ki, ortada uyumlu, çatışması, sakin bir ultra-empreyalizm değil, rekabet, korumacılık ve kavga dolu ve yıkılmadıkça er ya da geç savaşla sonuçlanması kaçınılmaz bir emperyalist düzen var.