27 Nisan 2015 Pazartesi

İşte Burjuva Demokrasisi bu!

Burjuva demokrasisinin, burjuva parlamentarizminin, burjuva cumhuriyetin “işçi sınıfının burjuvazi tarafından, “emekçi kitlelerin bir avuç kapitalist tarafından ezilmesinin aygıtından başka bir şey olmadığı”nı söyleyen Lenin’in bu sözleri belki hiçbir zaman bugün olduğu kadar doğru olmamıştır.

ABD’de seçim kampanyalarına yapılan “bağış”larla ilgili aşağıdaki tablo, bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.



Tabloda ABD nüfusunun %0.01’inin yani 25 bin kişinin seçim kampanyalarına yaptığı “bağışların” toplam bağışlara oranı gösteriliyor.

1980 yılında bu 25 bin kişi toplam bağışın %16’sını yapıyordu.

Bugün bu rakam %41.8 düzeyine çıkmış!

Yani nüfusun sadece %0.01’i yani 25 bin kişi seçim bağışlarının NEREDEYSE YARISINI yapıyor.

İşte burjuva demokrasisi bu. Doğal olarak, her zaman olduğu gibi, parayı veren düdüğü çalıyor.


26 Nisan 2015 Pazar

Küba'ya Kapitalizmle Birlikte Din de Dönüyor




Küba'daki kapitalizme geçiş reformlarını büyük bir şevkle selamlayan The Economist dergisi bu ülkeyle ilgili bir gözlemde bulunmuş:

"Havana ve diğer Küba kentlerine giden dikkatli ziyaretçiler garip bazı şeylerin varlığını fark edecektir: yol kenarlarına saçılmış ölü kuşlar, tek gözlü varlıkların resmedildiği amblemler, kapılara ve taksilere asılmış tılsımlar, tepeden tırnağa bembeyaz giyinmiş insanlar... Bütün bunlar 18. yüzyıl başındaNijerya'dan Küba'ya getirilen kölelerin sahip olduğu Yoruba kültüne dayanan Santeria dininin sembolleridir."

Kapitalist yolcu reformların hız kazandığı bu dönemde bu tür pratiklerin artması bir tesadüf müdür? Hiç sanmıyoruz.

Bu reformlarla ilgili daha önce yazdığımız için ayrıntılı bir biçimde değinmeye gerek yok. Ama son dönemde yaşanan bir gelişmeye değinebiliriz:

Küba devriminden sonra ABD'ye göç eden Kübalıların ülkeye gönderdikleri dolar miktarında artış yaşanıyor. Bu süreç, ABD'nin ambargoyu hafifleten uygulamalarından sonra hızlandı. Artık Küba'ya ABD'den seyahat etmek ve seyahat eden yolcunun yanında para getirmesi kolaylaştı. Böylece ülkeye giren milyonlarca dolar, reformlarla birlikte hem sayıları hem de imkanları artan küçük işletmelere sermaye akışı anlamına geliyor.

Göçler ve Emperyalist Katliamlar

Akdeniz'de içinde yüzlerce göçmenin bulunduğu gemilerin batışına alıştırmaya çalışıyorlar. 
Ama bu katliamların emperyalist politikaların doğrudan sonucu olduğunu bir saniye bile aklımızdan çıkarmamalıyız.   
En doğal hakları olan daha iyi bir yaşamı aramaya gelen bu insanlar her fırsatta "uygarlık ve demokrasi"nin beşiği olduğunu iddia eden Avrupa emperyalistler tarafından katledilmektedir. 
Maddi olgulara bakalım:
Suriye'deki emperyalist savaş 4 milyon kişinin ülkeden kaçmasına yol açtı. Kaçanların çoğu Türkiye dahil komşu ülkelere gittiler. Ama pek çoğu da Avrupa'ya gitmeyi tercih etti. 
Avrupa'ya gidenler, Güney Asya ve Afganistan'dan gelen diğer göçmenlerle birleşip gemiyle Yunanistan'a ulaşıyorlar. 
Başka bir alternatif rota da Mısır ya ya da Sudan üzerinden Sahra boyunca oluşmuş insan kaçakçılığı sektörünün içine düşüyorlar. 
Libya'daki emperyalist savaş, Afrika'da hammaddeler uğruna çıkarılan iç savaşlar da göçleri artıran diğer faktörler. Aşağıdaki haritada göç yolları ayrıntılı bir biçimde gösterilmiş:
Büyük çoğunluğu emperyalist politikalardan kaynaklanan iç savaşlar ve kötü ekonomik durum artan göçlerin en büyük nedeni. Aşağıdaki tabloda Akdeniz'i geçmeye çalışan göçmenlerin sayısındaki çarpıcı artışı görebiliyoruz. 2013'te 219 bin kişi, 2014'te dörde katlanmış.
 
Şu anda 1 milyon kişi Akdeniz sahillerine gelmiş, Avrupa'ya geçmek için fırsat kolluyor! 

1960 yılında tüm dünyadaki göçmenlerin sayısı 60 milyondu. Bugün bu rakam 215 milyona çıkmış durumda. 

Küreselleşmeden, serbest sermaye hareketlerinden söz eden ama söz konusu olan emek gücünün serbestçe dolaşması olduğunda bunu yasaklamaya çalışan emperyalist ülkeler bu duruma kendilerine yakışan "çare"ler bulmaya çalışıyor.

Örneğin ABD "yasal olmayan" yollardan ülkelerine gelen göçmenleri Guantanamo Üssü'ne kapatıyor. 

Avustralya, gelenleri ülkeye hiç sokmadan Papua Yeni Gine'ye "yönlendiriyor". 

Elinde böyle "işlevsel" adaları olmayan uygar Avrupalılar ise gelen göçmenleri hayatlarından bezdirip geri gönderme amacıyla inşa edilmiş, toplama kampını andıran "merkezlerde" bekletmeyi tercih ediyor.

CHP'nin Ekonomik Programı: "On Al, Bir Ver"

CHP'nin ekonomik programı açıklanığından beri burjuva partiler arasındaki tartışma sürüyor.

Biz, konuyu işçi sınıfının çıkarları açısından inceleyelim.

CHP, özetle milli gelirin %3'üne denk gelen bir miktarını "gelir ve servet eşitsizliğini hedef alan politikalara" ayıracağını söylüyor.

Bu açıklamalar üzerine pek çok tartışma yaşandı. Ama CHP adına en kesin yanıtı Kemal Derviş verdi.

Uluslararası finans çevrelerinin kurduğu en önemli örgütlerde yöneticilik yapan, önemli sorumluluklar alan Kemal Derviş'in ne söylediğini dinlemekte yarar var. Bakalım sosyal programların kaynağı neymiş:

"İstihdam ve üretim yaratacak iç ve dış yatırımların, yeni güven ortamı sayesinde canlanmasıyla, yüzde 6'lar hatta 7'lere çıkabilecek büyümeyle...2016 ve 2017'de yıllık ortalama 100 milyar TL'ye yakın ek kaynak elde etmek mümkün gözüküyor. Bu ek kaynağın aşağı yukarı üçte birinin altyapı yatırımlarına, üçte ikisinin ise sosyal yardımlara gidecek."

Yani, büyüme artınca elde edilen vergi gelirleri vs.yle elde edilecek kaynakların bir kısmı "eşitsizliği" yumuşatacak sosyal programlara gidecekmiş.

Zaten CHP'nin programında “uluslararası alanda rekabet edecek üretimin artırılması” var.

O halde soruyoruz:

1) finansman kaynağının önemli bir kısmı yabancı bankalar ve yatırımcılar.

2) Diğer büyük emperyalist ülkeler gibi kolay bir biçimde hammadeye erişemiyorsun, enerji ithalatı yapmak zorundasın.

3) yüksek teknoloji sektöründe neredeyse yoksun, bu alanda ekstra karlar elde edemiyorsun.

Durum böyleyken; "Yüzde 6, yüzde 7'lik kalkınmayı nasıl sağlayacaksın", "“uluslararası alanda rekabet edecek üretimini nasıl artıracaksın"?

Elinde ne var?

Elinde olan tek imkan şu: daha fazla işçi sömürüsü, daha fazla artı değere el koymak.

İşçileri sömüreceksin, onları daha çok çalıştıracaksın, bu sayede yüksek büyüme yakalayacaksın, buradan elde ettiğin verginin kırıntılarını yoksullara vereceksin!

İşte Türkiye'nin ikinci büyük burjuva partisinin işçi sınıfına ve geniş emekçi kitlelere vereceği bundan ibarettir.



Çin Emperyalizminden Muazzam Sermaye İhracı

Çin Başkanı Şi Cinping Pakistan'a gidip bir anlaşma imzaladı: 46 milyar dolarlık yatırım anlaşması!

46 milyar dolar!

Yatırımların büyük kısmı iki ülke arasındaki altyapı bağlantılarının geliştirilmesine yönelik.

Böylece Çin bölgedeki nüfuzunu artıracak, Çin emperyalizmi Asya, Avrupa ve Afrika'yla daha yakın hale gelecek.

Pakistan Planlama Bakanı Ahsan İkbal'ın ifadesini kullanacak olursak: "Çin Orta ve Güney Asya ile tam bağlantılı hale gelecek."

Orta ve Güney Asya'da bir buçuk milyarlık nüfustan söz ediyoruz. Artık bu bölge Çin'in elinin altında olacak.

Burada Pakistan Gwadar limanı çok önemli bir yer teşkil ediyor. Bu yatırım planı çerçevesinde bu liman geliştiriliyor. Aşağıdaki haritada, limanın ne kadar büyük bir stratejik önemi olduğu görülüyor:


Limanın stratejik konumu, Güney Asya, Orta Asya ve Ortadoğu’yu bir araya getiriyor. Bu limanı Kuzey Batı Çin'den başlayan kara yolları, tren bağlantıları ve Pakistan’ı boylu boyuna geçen boru hatları besleyecek. Hepsi de bu 46 milyar dolarlık yatırımın içinde yer alıyor. 

Böylece Çin için enerji ithalatı kolaylaşmış olacak.

İşin bir de askeri boyutu var: Bir savaş anında Endenozya'nın kapatabileceği Malakka boğazı (haritada) da bu yatırımlardan sonra önemini kaybetmiş olacak. 









Güney Kore Cehennemi

Güney Kore Türkiye patronlarının ve onun ideologlarının ütopik ülkesidir. Hepsi Türkiye Güney Kore'ye benzesin ister.

Güney Kore 100 bin kişide 24'le dünyada en çok intiharın yaşandığı ülkedir:

Bu işin işçilerle ilgili kısmı.

Bir de burjuvalarla ilgili kısmı var ki gerçekten bizim patronlar onlara özenmekte haklılar.

20 aile ülkedeki tüm şirketlerin borsa değerinin %60'ına sahiptir. Samsung'un sahibi Li ailesi ülkedeki ihracatın dörtte birini yapar.

İşte bizim patronların "güneş ülkesi" böyle bir ülkedir. İşçiler için cehennem, patronlar için cennet.


24 Nisan 2015 Cuma

Panama Zirvesi'nde Sosyal-Demokrasi’nin Maskesini Düştü

















*
Bu yazıda aşağıdaki sitede yapılan analizlerden yararlanılmıştır:


*

11 Nisan 2015’te Panama’da gerçekleşen 33 ülke devlet ve hükümet başkanının katıldığı “7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesi” Türkiye’deki yayın organlarına “Obama ve Raul Castro’nun el sıkıştığı”, “50 yılı aşkın düşmanlığın ardından ilişkilerde normalleşme adımları çerçevesinde en üst düzey ilk teması”n gerçekleştiği zirve olarak geçti.

Emperyalist yayın organları ise zirveyi daha geniş bir çerçeveden ele aldılar. Evet, şüphesiz ABD emperyalizmi ve kapitalizme geçmekte olan Küba arasında bir yakınlaşma vardı ama bütün olan biten bundan ibaret değildi. Sadece Küba değil, Brezilya, Arjantin Venezüella, Şili, Bolivya, Ekvator, Nikaragua gibi anti-emperyalist söylem tutturan “sol” tandanslı hükümetler de ABD’ye karşı daha yumuşak bir tutum izlemeye başlamışlardı.

Yerel burjuvazinin çıkarlarını temsil eden, kendi ülkelerinde çıkarılan hammaddeleri ABD emperyalizminin doğrudan soygunu biçiminde el koymasını engelleyen, bu hammaddelerin satışının gelirinin önemli bir kısmına el koyarak sermaye biriktirmeyi hedefleyen ve bunu yaparken geniş emekçi kitlelerin desteğini almak için elde ettiği kaynakların bir kısmını sosyal programlara yatıran ve (üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti devlet güvencesi altına almalarına rağmen) yine kitlelerin desteğini arkalarına alabilmek için “sosyalist” olduklarını söyleyen bu hükümetler, dünya ekonomisinde 2008 yılından itibaren başlayan ve günümüze dek uzayan aşırı üretim krizinin bir yan sonucu olarak hammadde fiyatlarının düşmesi ve gelirlerinin azalmasıyla birlikte ciddi sıkıntılar altında bulunuyorlar ve bu sıkıntılar onları hem iç politikada geniş kitlelerin önünde teşhir olmalarını hem de dış politikada ABD emperyalizmi karşısında - lafta kalan tüm çıkışlarına rağmen - boyun eğmelerine yol açıyor.

“The Economist” dergisi bu durumu kendi sınıfsal bakış açısından mükemmel bir biçimde ifade etmiş: “Bölgenin sol kanat hükümetleri tarafından yaratılan pembe med-cezirde sular çekilme aşamasında.”

Yüksek fiyatlı hammadde satışından elde edilen gelirle sağlanan büyüme durma noktasında. Latin Amerika’nın büyüme ortalaması %1’e düştü.

Sıfıra yakın bir büyüme hızıyla resesyonun eşiğindeki Brezilya ekonomisinin durumu yetmiyormuş gibi, sol maskeli hükümetin dünyanın en büyük şirketleri arasında olan Petrobras’ı kontrol eden üyeleri müthiş bir rüşvet skandalıyla karşı karşıya. Daha iki yıl önce ülkesindeki bütün telefon konuşmalarını ve elektronik posta yazışmalarını dinlediği ve kaydettiği için sert bir üslupla eleştirdiği ABD’ye bir ziyaret planlıyor. Zaten Şubat ayında Ticaret Bakanını ABD’ye göndermişti ve bu Bakan “ABD’yle ilişkiler öncelikli öneme sahip” açıklamasını yapmıştı.

Arjantin’in sol maskeli Başkanı Cristina Krichner ülkenin hiçbir sorununa devrimci bir çözüm getirmeden ve ülkeyi bir enkaz halinde - artık “sol” bir söylem tutturmayacak olan yeni hükümete terk ederek Aralık ayında görev süresini dolduruyor.

Ekvator Başkanı Correa ve Bolivya Başkanı Morales’in partileri yerel seçimlerde ağır yenilgiler aldılar.

Şili’nin sol maskeli sosyal demokrat Başkanı Bachellet’in hem kötü giden ekonomi yüzünden hem de oğlunun karıştığı rüşvet skandalı nedeniyle başı ağrıyor.
Venezüella’yı anlatmaya bile gerek yok, ülkenin en büyük gelir kaynağı olan petrolün fiyatlarındaki düşüşe ek olarak Chavez’den sonra Maduro’nun son derece kötü yönetimi ekonomiyi çökme noktasına getirdi. Durum o kadar kötü ki Venezüella hükümeti 9 aydır hiçbir ekonomik istatistik yayınlamıyor.

ABD emperyalizmi ise tüm bunları görüyor, Küba’nın kapitalizme doğru emin adımlarla geçtiğini, “solcu” Latin Amerika hükümetlerinin kendisine el açmak zorunda olduğunu görüyor ve Çin emperyalizminin bölgede ciddi bir rakip olarak karşısına çıktığı bu dönemde Bush dönemindeki açık saldırgan politikasını sürdürmeye gerek görmüyor, kuzu postuna bürünüyor, Obama Castro’yla el sıkışıyor, Küba’yı “terörizme destek veren ülkeler” listesinden çıkarmak için adım atıyor, “''bu yarım kürede ABD'nin hiç hesap vermeden bölgenin içişlerine karışabildiğini varsaydığı günler artık geride kaldı'' diyerek, kısacası 70’lerde Nixon’un Çin’deki reformları kolaylaştırmak için yaptığı konuşmları tekrarlayarak, “solcu” Latin Amerika hükümetlerinin sağa kayışını kolaylaştırıyor.

Küba ve Latin Amerika’nın diğer “sol” hükümetleri ise “ABD emperyalizmine geri adım attırdık, Latin Amerika gerçekliğini anlamak zorunda kaldı, şiddetle bir yere varamayacağını anladı” gibi söylemlerle ABD emperyalizmi karşısındaki zavallı teslimiyetçi tutumlarını emperyalizme karşı başarı olarak satıyorlar.

Ülkemizde ve dünyanın pek çok ülkesinde oportünistler yayın organlarında bu liderlerin “onurlu duruşlarını ve cesur konuşmalarını” selamlayarak kitlelerin kandırılmasına hizmet ettiler.

Bu “onurlu duruş” ve “cesur konuşmalara” yazı boyunca örnekler vereceğiz.

Karayiplerin Gorbaçov’u Raul Castro’nun konuşmasıyla başlayabiliriz. Castro, politik, ekonomik ve kültürel çelişkilerin şimdiye kadar yapılageldiği şekilde ele almak yerine tüm Amerika kıtasını kucaklayacak tarzda, (tabii ki uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin varlığını görmezden gelerek) “işbirliğine dayanarak” çözülebileceğini iddia ediyor:

"Benim görüşüme göre, kıtamızdaki ilişkiler özellikle siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda derinlemesine değişti; bu sayede, uluslararası hukuka ve kendi kaderini tayin ve egemenlik hakkının eşitlik ilkesiyle uygulanmasına dayanacak şekilde, tüm ulusların çıkarına, bu ulusların önlerine koydukları hedeflerin gerçekleşmesine hizmet eden bir işbirliğinin geliştirilmesine odaklanan politikalar uygulanabiliyor. Barış içinde yaşamak, son kertede hepimizi etkileyen sorunları çözmek için karşılıklı işbirliği yapmak bugün acil bir gerekliliktir." (Raúl Castro, 7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesinde Konuşma, 11 Nisan 2015)

Görüldüğü gibi Castro sömüren ve sömürülen sınıflar arasında, emperyalist ülkelerle yarı-sömürge ve bağımlı ülkeler arasında uyumun mümkün olduğuna dair burjuva tezi açıkça dile getirecek kadar işi ilerletmiş.

Kapitalizm varolduğu sürece böyle bir “uyum”un asla olmayacağını, tersine geçmişte olduğu gibi gelecekte de sürtüşmeler, bloklar, komplolar ve saldırılar göreceğimize emin olabiliriz.

Castro’nun kapitalizmi yıkmadan Amerika kıtasında “ekonomik işbirliği ve ekonomik birlikten” söz etmesi, Küba’daki ekonomik reformların hızla devam edeceğini de kanıtlıyor.

Yıllar boyunca ABD emperyalizminin saldırganlığı karşısında uluslararası devrimci harekete destek çağrısı yapan Küba’nın ABD emperyalizmini süslemesi, Raul Castro’nun Obama’yı daha önceki ABD Başkanlarından farklı, emperyalist sistemin dışında ve üstünde, bölgede barışı sağlama yeteneğine ve iradesine sahip neredeyse bir ilerici, bir pasifist olarak göstermesi dikkat çekici:

“Sayın Obama kusura bakmasın, bütün bu olanlarda onun hiçbir sorumluluğu yok. Ondan önce kaç tane Başkan gördük biz? On tane. Bunların hepsinin bize borcu var ama Başkan Obama’nın yok. (...) Benim görüşüme göre Sayın Obama dürüst bir insan. Onun biyografisini anlatan iki kitaba göz attım, hepsini okumadım, daha sonra okuyacağım. Onun yoksullukla geçen geçmişini biliyorum ve bence onun bu farklılığı yoksul geçmişinden kaynaklanıyor.” (Raúl Castro, 7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesinde Konuşma, 11 Nisan 2015)

Bunlar, ABD emperyalizmine yaklaşmak isteyen tüm revizyonistlerin bu tipik yaltaklanmalarıdır. 1970’lerde benzer konuşmalar Başkan Nixon için de yapılıyordu.

Raul Castro, sadece ABD emperyalizmine güzellemeler düzmekle kalmıyor, Brezilya’daki sosyal demokrat hükümetin sınıfsal özüyle ilgili işçi sınıfını aldatıcı sözler kullanıyor:

“Brezilya’nın ve onun devlet Başkanı Dilma Rousseff’in bölgesel bütünleşme ve ve geniş sektörlere faydası dokunan sosyal politikaların geliştirilmesine  katkısını vurgulamak istiyorum.” (Raúl Castro, 7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesinde Konuşma, 11 Nisan 2015)

Raul Castro, milyarlarca dolarlık bir sektörün kontrolü altında spor olmaktan çıkan futbol maçlarının “daha rahat” bir ortamda yapılması için yoksul mahallelerde Brezilya polisinin küçük çocukları vurmak da dahil olmak üzere estirdiği terörü, milyonların yaşadığı “favelha”ların (büyük mahallelerin) etrafının duvarlarla çevrilmesini, bir yandan milyarlarca dolarlık rüşvetler yiyen, diğer taraftan özel sektöre teşvik üzerine teşvikler yağdıran Brezilyalı teknokratları, giderek artan miktarlarda özellikle Latin Amerika ülkeleri ve Afrika’ya sermaye ihracı yapan - emperyalistleşme eğilimi taşıyan - Brezilya burjuvazisinden söz etmeyi “unutuverdi”.
Söylenenlerle yapılanlar arasındaki, yayılan hayallerle gerçekler arasındaki uçurum sadece Küba liderinin değil, diğer “sol” hükümetlerin liderlerinin konuşmalarında da fark ediliyor.

Bu hükümetlerin liderleri sıkça “anti-emperyalist” olduklarını yineliyorlar. “Emperyalizm”den kastettikleri ise sadece ve sadece ABD emperyalizmi. Rusya ve Çin’i emperyalist ülkeler olarak görmüyorlar. Tersine, bu ülkeler “tek kutuplu dünyanın” karşısına dikilen “yükselen, kardeş ülkeler” sayılıyor. Böylece bir emperyalist kamptan uzaklaşırken, bir başka emperyalist kampa yaklaştıklarını saklamış oluyorlar.

Bunun dışında, ekonomik olarak emperyalizme bağımlı olmalarına rağmen politik olarak bağımsız olabilecekleri tezini savunuyorlar.

Burjuva bakış açılarıyla devrimci mücadeleyi sadece sadece (o da sadece söylem düzeyinde) emperyalizme karşı verilen ulusal bağımsızlık mücadelesine indirgiyorlar, toplumsal mücadeleyi görmezden geliyorlar, proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadeleyi yok sayıyorlar. Bu ülkelerdeki kapitalist gelişime paralel olarak gelişen proletaryanın emperyalizme karşı mücadelede önderlik rolünü alması gerektiğini, emperyalizme karşı verilen ulusal mücadelenin proletarya diktatörülüğü ve sosyalizm için mücadeleyle birleştirilmesi gerektiğini, proletaryanın önderliği olmaksızın emperyalizmden tam kurtuluşun mümkün olmadığını asla hatırlamıyorlar.

Bağımsızlık sorununu toplumsal kurtuluş sorunuyla bağlantılandırdıkları nadir zamanlarda da bunu ikiyüzlüce yapıyorlar:

“Başkan Evo Morales'in de dediği gibi, bağımsızlığımızı kazandık, gerçekten demokratik, eşitlikçi toplumsal modeller inşa etmeye başladık. (...) Sevgili katılımcılar, hepinizin bildiği gibi, 1999’da Venezüella'da, bağımsızlığı amaçlayan yeni bir devrim oldu. Bağımsız ve egemen ülkemiz Bolivarcı sosyalist devrimi yaşamaktadır. "(Nicolás Maduro, 7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesi, 11 Nisan 2015)

Ticari, sınai ve finansal burjuvazinin varlığını sürdürdüğü, ülkede tüketilen ürünlerin %90’ını ithal eden, yüksek enflasyonun kasıp kavurduğu, parlamenter burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü Venezüella’nın bağımsız bir ülke olmadığını, bu ülkenin sosyalizme gitmediğini söylemeye bile gerek yok.

Latin Amerika’nın “solcu” liderleri, Obama şahsında “barışçıl ve farklı” bir emperyalizm hayalini yaymada Raul Castro’dan geri kalmıyorlar:

“Kardeşler, Amerika Birleşik Devletleri büyük bir potansiyel, dünyanın en büyük güçlerinden biri. Başkan Obama’ya buradan çağrı yapıyorum, Amerika’ya liderlik etsin, Amerika kıtasını bir barış ve sosyal adalet timsali haline getirelim. Korku, terör ve her türlü dayatma politikasından vazgeçin. (...) Bir İmparatorluk gibi davranmaktan vazgeçin, hepimiz demokratik, egemen devletler gibi davranalım. İmparatorlukların hepsi çökmüştür, baki kalan demokrasilerdir.” (Evo Morales;  7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesi, 11 Nisan 2015)

Aslında ABD emperyalizminden “Venezüella Anayasasına” ve “21. Yüzyıl Sosyalizmine” saygı bekliyen Nicolas Maduro dahil bu hükümetlerin tüm liderleri bu zirvede benzer zavallıca çağrılar yaptılar ve bu çağrıların ardında yatan gerçek istekler şu şekilde özetlenebilir:

“Biz kitleleri etrafımızda toplayabilmek için emperyalizme karşı görünmek zorundayız ama lütfen bize ambargo uygulamayın, rahatça ticaret yapalım, Rusya ve Çin gibi ‘iyi emperyalistlerle’ iyi geçinmemizden rahatsız olmayın, zaten biz ‘sosyalistiz’ dediysek, öyle ‘dogmatik’ sosyalistlerden değiliz, biz 21. yüzyıl sosyalistiyiz, biz üretim araçlarında özel mülkiyete dokunmayız, kapitalist ekonomi ve özel mülkiyet ülkelerimizde hakimdir, yabancı sermayeyi yasaklamayız, zaten sizler de petrol başta olmak üzere en önemli hammaddelerinizi bizden alıyorsunuz. Bütün bunlara rağmen bize kötü davranıyorsunuz?”

Böylesine dar çıkarlara sahip bir sınıfın emperyalizm karşıtlığı ve kapitalizm karşıtlığı olsa olsa bu kadar olur. Örneğin Venezüella Başkanı Nicolas Maduro’ya göre tüm sefaletin ve yoksulluğun sorumlusu on yıl boyunca Latin Amerika’da neo-liberal politikalar:

“Sevgili katılımcılar, refahla ilgili bir zirvede toplandığımıza göre refahla ilgili birkaç söz etmek de gerekir. Neo-liberalizm tarafından kaybedilen on yıl ve yüz yıl Latin Amerika ve Karayipleri sefalete sürüklemiştir ve bu politikalar aramızdaki eşitsizliğin baş sorumlusudur.” (Nicolás Maduro; 7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesi, 11 Nisan 2015)

Başka deyişle, Maduro’ya göre, sorun kapitalizm değil, “neo-liberalizm”, zaten kapitalizm deyince de neo-liberalizm anlaşılmalı. Halbuki Keynesçi politikalarla “daha adil” bir kapitalizm yani “başka bir dünya” mümkün.

Böylesine dar çıkarlara sahip bir sınıfın enternasyonalizmi de bu kadar olur:

“Venezüella’dan bahsettiklerinde çok kızıyorum çünkü ben başka ülkeler hakkında konuşmuyorum. Düşünsenize ben de x ülkesiyle ilgili olarak konuşsam, ‘eğitimi neden özelleştirdiniz?’, ‘neden ülkenizde bu kadar açlık var?’, ‘neden işçi sınıfını ve köylüleri eziyorsunuz?’, ‘neden yerlilerin haklarına tecavüz ediyorsunuz?’ desem kaos olur. Herkes kendi ülkesini kendi Anaysasına göre yönetsin, kimse de Venezüella’ya karışmasın.” (Nicolás Maduro; 7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesi, 11 Nisan 2015)

Benzer iki yüzlüce konuşmaları tüm “sol” hükümetlerin liderleri yaptılar.

Zirveyi genel olarak değerlendirdiğimizde, küçük burjuva oportünistlerinin ve revizyonistlerinin söylediği gibi söz konusu olan “ABD emperyalizminin yenilgisi” değil, ABD emperyalizminin taktik değiştirerek Küba’nın kapitalizme geçişini hızlandırmak (böylece eskiden olduğu gibi onu yeniden sömürgesi haline getirmek) ve Latin Amerika’daki “solcu” hükümetlerin içlerinde bulundukları iktisadi krizin faturasını işçi ve emekçi kitlelere yükselebilmelerini sağlayacak olan reformlarını yapmalarını kolaylaştırmak amacıyla sert, saldırgan söylemini geçici olarak bir kenara bırakmasıdır.

Bu zirve bir kere daha göstermiştir ki tüm dünyada olduğu gibi Latin Amerika’da da işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin kurtuluşu halkların umutlarını kendi dar çıkarlarına hizmet etmesi için demeçlerine meze yapan burjuvazinin değil Marksizm-Leninizmin bayrağı altında hareket eden gerçek komünist partileri öncülüğündeki işçi sınıfının elindedir.

22 Nisan 2015 Çarşamba

Finans Kapital

"Üretimin yoğunlaşması; buradan tekellerin doğması; bankaların sanayiyle birleşmesi veya kaynaşması - finans kapitalin yükselişinin tarihi ve finans kapital kavramının içeriği budur." (Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması)


Bugün finans kapital, bankaların sanayiyle birleşmesi veya kaynaşması muazzam boyutlarda.

Küresel düzeyde devasa sanayi şirketleri ellerinde toplam 9 trilyon dolar tutuyorlar!
Amerikalı şirketlerin finanstan elde ettiği kar tüm karlarının %33'ünü oluşturuyor. Sanayi şirketlerinin finans departmanları da dahil.

Bu rakam dünyanın ilk 500 şirketi içinde bulunan bankaların ve sigorta şirketlerinin. elde ettiği kar olan %20'den daha fazla.

Bankacılık alanına giren sanayi şirketleri nasıl avantajlar elde ediyorlar? 
Örneğin, müşterilerine kredi verip kendi ürünlerini almalarını sağlayabiliyorlar. Böylece hem ürünlerini satmayı başarıyorlar hem de verdikleri kredininin faizi hanelerine kar olarak işliyor. Dünyanın en büyük beş araba üreticisi bu tür krediler 600 milyar dolar ayırmış durumda.  
Bunun dışında, bu sanayi şirketleri açıkta duran paralarıyla ticaret yaparak, yani sanayi sermayesinin bir kısmını ticari sermayeye dönüştürerek kar ediyorlar.

Aşağıda, Çin, ABD, İsviçre, Hindistan, Almanya ve Japonya menşeili dev sanayi tekellerinin elde ettiği karların yüzde kaçını finanstan kazandığını gösteren bir tablo var.  

17 Nisan 2015 Cuma

Krizin Tekelleşmeye Etkisi

"Her türden kriz - en çok da ekonomik kriz ama sadece onlar değil - sermaye yoğunlaşması ve tekele doğru ilerleyen eğilimi önemli bir oranda artırır." (Emperyalizm: Kapitalizmin Yüksek Aşaması, Toplu Eserler, cilt 22)

Karşılaştıralım:
IMF - "Finansal İstikrar" Raporu - Mayıs 2014Grafiğin sol üst köşesinde banka sayıları verilmiş. Yeşil çizgi son on yılda banka sayısının bu emperyalist ülkelerde (ABD, Avro Bölgesi, İngiltere) çok düştüğünü gösteriyor. Sağ taraftaki rakamlar ise banka varlıklarının Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya yüzdesel oranlarını gösteriyor. Kırmızı çizgiden son on yılda banka Varlıklarının Gayri Safi Yurt İçi Hasıla'daki payının her ülkede sürekli yükseldiğini görüyoruz.Başka deyişle, banka sayısı azalırken, bankalar büyüyor.


TC Tarımda Büyük Burjuvaziye Sürekli Destek Veriyor

TC devleti tarımda küçük üreticiyi yok etmeye, düşecekleri sefalete aldırmadan milyonlarca insanın proleterleşme sürecini hızlandırmaya kararlı.

Çıkardığı her kanun, verdiği her maddi destek büyük çiftçinin lehine.

Büyük işletmelerin sermayesindeki her artış dolaylı ama kaçınılmaz olarak küçük üreticiyi vuracak.

İşte bunun son örneği:

Tarım ve Kırsal Kalkınmayı Destekleme Kurumu (TKDK) yatırım projelerine toplam 121 milyon avro destek verilecek.

Sadece kredi desteği değil, aynı zamanda hibeler de söz konusu. Biraz daha ayrıntıya inelim:

"Tarımsal işletmelerin yeniden yapılandırılması ve topluluk standartlarına ulaştırılmasına yönelik yatırımlarda süt üreten tarımsal işletmelere yatırım yapanlara yüzde 50-65 hibe verilecek. Bu yatırımlara 81 milyon avro destek sağlanacak.

Tarım ve balıkçılık ürünlerinin işlenmesi ve pazarlanmasının yeniden yapılandırılması ve topluluk standartlarına ulaştırılmasına yönelik yatırımlarda sadece mevcut işletmelerin yapım işleri haricindeki yatırımları da yüzde 50 hibe sağlanacak. Bu projelere de 40 milyon avro olmak üzere toplamda 121 milyon avro destek verilecek."

Kullanılan terimler de ilginç... "kırsal alanların sürdürülebilir kalkınmasına katkı", " tarım sektörünün sürdürülebilir adaptasyonu"...

Evet, düzenin bir azınlık açısından "sürdürülebilir" olması milyonların proleterleşmesini gerektiriyor.

Tarım Bakanlığı sürekli "yerel kırsal kalkınma stratejileri"nden söz ediyor ama bu "strateji" içinde milyonlarca küçük işletmeye yer yok.

Onlar "stratejinin" başka bir yerinde yer alıyorlar. Bu "strateji"de onlara verilen rol şu: iflas edip, kentlere göçmek, yedek işgücü ordusunda yerini almak ya da bir sefalet ücretiyle "ulusal ekonomiye katkı" yapmak.

15 Nisan 2015 Çarşamba

Avrupa Gençliği Faşizmin Pençesine Düşüyor

Aşırı üretim krizinden çıkamayan Avrupa’da artan orandaki genç işsizliği pek çok genci faşizme yaklaştırıyor. Klasik burjuva partilerden uzaklaşan, yoksulluktan, güvencesizlikten umutsuzluğa düşmüş genç kitleler faşist partilerin faşizmin sosyal ve şoven demagojisinin kurbanı oluyor.
Yunanistan’daki faşist parti “Altın Şafak” en fazla oyunu 18-24 yaş grubundan alıyor. Bu yaştaki gençlerin %8.4’ü bu partiye oy veriyor.
Macaristan’ın faşist partisi “Jobbik - Daha İyi Bir Macaristan Hareketi” ise 18-33 yaşındaki gençlerin beşte birinin oyunu alıyor.
“Almanya İçin Alternatif Partisi” en büyük desteğini 30 yaşından küçüklerden alıyor.
Hollanda’da 35 yaş altındakilerin %24’ü “Özgürlük Partisi”ne oy vermeyi planlıyor.
Fransa gençliği Başkan Francois Hollande yerine faşist Marine Le Pen’i tercih ediyor.
Peki neden özellikle gençler?
Çünkü kriz en çok yoksul gençleri vuruyor, faşist demagoji en kolay bu kitleleri etkisi altına alıyor.
Aşağıdaki tablo durumu tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor:
Soldaki tablo çalışanların yaşa göre dağılımını gösteriyor. Aşırı üretim krizinin hemen öncesinde, 2007 yılında çalışanlar her üç yaş grubuna eşit oranda dağılmış. Bu tarihten sonra, 50 yaşın üzerindekiler daha çok iş bulurken gençler işsizlik batağına saplanmış.
Sağdaki tablo ise 16-24 yaş arası kesimin artan işsizliği yanında düşmekte olan “iş gücüne katılım” oranları (yani burjuvazinin çalışmayıp da çalışmayan saymadığı kesim) verilmiş.
Krizdeki Avrupa kapitalizmi bu krizden çıkmak için işçi sınıfının ve bütün emekçi halkın en acımasız düşmanı olan faşizm kartını yavaş yavaş çıkarıyor.  

13 Nisan 2015 Pazartesi

Tüketici Kredileri Yeni Krizlerin Habercisi

Türkiye kapitalizminde kredi sistemi geliştikçe yarattığı yıkımlar o denli büyük oluyor:

“Bankalar Birliği verilerine göre, yasal takibe düşen vatandaşların sayısı 30 bin artarak 2.98 milyon kişiye ulaştı.

Bunun sadece 2.07 milyonu kart borçlusu.  2001 krizinde banka kredilerinden dolayı yasal takibe düşen kişi sayısı 1 milyonun çok altında.  

Elbette o günlerde Türk halkı bu kadar çok borçlandırılmamıştı. 12 ay taksitle tatile gitmemiş, 3 bin liralık cep telefonunu 24 ay banka kredisiyle almamıştı.” (Yeniçağ Gazetesi)

Türkiye’de son yıllarda tüketici kredilerinde büyük bir artış görüyoruz. İşte BDDK verileri:


2009 yılında 130 milyar liradan, Aralık 2014 (elimizdeki en son veri bu) 356 milyar liraya. 5 yılda yüzde 270’lik muazzam bir artış!

Tüketici kredilerindeki bu muazzam artışa rağmen ortalama son üç yıllık büyüme hızının yüzde 3,1 oranında olması (AKP iktidarının ilk üç yılında ortalama büyüme hızı yüzde 7,8 olmuştu) Türkiye kapitalizminin yaşadığı sıkıntıları anlatmaya yeter.

Ayrıca, bunca verilen tüketici kredisine rağmen 2014 yılındaki 2.9’luk büyümenin 1.8’i ihracattan kaynaklandı. Başka deyişle,  "...üçte ikisi dışarıdan, üçte biri içeriden kaynaklanan bir büyüme."

Bütün bunlar bize işsizlikle boğuşan, reel ücretleri düşen, güvencesiz ve geçici işlerde ya da part-time olarak çalışan kitlelerin alım gücünün ne kadar düştüğünü, üretimin gerisinde kaldığını göstermektedir.

“...İşte üretimin tüketimdeki büyümeye karşılık gelmeyen bu büyümesi kapitalizmin tarihsel misyonuna ve onun spesifik toplumsal yapısına karşılık gelir: üretimin büyümesi toplumdaki üretici güçlerin gelişmesi demektir; tüketimin büyümesi ise bu teknik kazanımların kitleler tarafından kullanılamaması anlamına gelir. Kapitalizmde üretimin sınırsız büyümeye doğru ilerlemesiyle kitlelerin sınırlı tüketimi arasında şüphesiz bir çelişki vardır.” (Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi)

Büyüme oranının düşüklüğüne rağmen artan tüketici kredileri, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyiyle üretim ilişkileri arasındaki (ileride mutlaka uyuma dönüşmek zorunda olan) uyumsuzluğu göstermesi dışında burjuvazinin işçi sınıfını sömürüsündeki artışı da ortaya koymaktadır.

O dönemde tüketici kredileri bugünküne oranla çok daha düşük boyutta verilmesine rağmen Marx tüketici kredilerinin nasıl işçi sınıfının sömürüsüne yol açan bir araç haline geldiğini Kapital’in 3. cildinde yazmıştır:

“...Bu tartışmaya konut kredilerini ya da kişisel ihtiyaç kredilerini vs.yi dahil etmek gereksiz ve anlamsız olurdu. İşçi sınıfının bu şekilde dolandırıldığı, büyük bir oranda kendiliğinden açıktır; ama bu iş işçiye geçim aracı satan perakendeciler tarafından da yapılır. Bu, üretim sürecinin kendisinde gerçekleşen birincil sömürüye paralel olan bir tür ikincil sömürüdür.” (Kapital, Cilt 3, 5. Kısım, 36. Bölüm)

Türkiye kapitalizminin bu büyüyen çelişkileri, bu artan sömürü yeni krizlerin de habercisidir.

...Kapitalist üretimde üretim ve tüketim arasındaki denge ancak bir dizi dalgalanmalarla sağlanır; üretimin ölçeği ne kadar büyükse, hizmet ettiği öüşteri çevresi ne kadar genişse, bu dalgalanmalar o kadar şiddetli olacaktır.  (Lenin, Piyasa Sorunu Üzerine)

Burjuvazi bu yeni krizlerin kitlelerde yarattığı hoşnutsuzluğu bastırmak için resmi rakamlara göre toplamda 802 bin kişiden oluşan silahlı polis, “özel güvenlik” ve askeri, bunların türevleri olan faşist güçleri, on binlerce imamı, bütün medya ve yayın organlarını, “sivil toplum kuruluşlarını” vs.yi seferber edecek, işçi sınıfını bölmek için ulusal, mezhepsel farklılıkları körükleyecek, kadın üzerindeki baskısını artıracaktır.



 

12 Nisan 2015 Pazar

Enerji Sektöründe Tekel Savaşları

Belli başlı emperyalist ülkelerin henüz 2008 yılında girdikleri aşırı üretim krizinden çıkamamaları ya da büyümelerindeki düşüş bu ülkelerdeki hammadde talebinin düşmesine yol açtığı için hammadde üreten ülkeler ve enerji sektöründeki tekeller ciddi sorunlarla karşılaşıyorlar.

Enerji sektöründeki tekellerin kar oranlarındaki büyük daralmalar ve hatta zararlar onları sermayelerini daha az sayıda kapitalistin elinde merkezileştirmeye, “birleşmeleri ve devralmaları” hızlandırmaya, başka deyişle tekelleşmeyi artırmaya zorluyor. Bu artan tekelleşme, onları bu krizden çıkarmaya yetebilir ama bir sonraki krizi daha şiddetli yaşamaya zorlayacaktır.

Enerji sektöründe benzer bir krizi 1990’lı yıllarda petrol fiyatları düştüğü zaman da görmüştük. Bu krizi de daha fazla tekelleşme, sermayenin daha fazla merkezileşmesi takip etmişti. Sermaye daha az elde toplanıp “fazla” kapasite tıraş edilmiş, üretim kapasitesi 19 milyon varilden 18 milyon varile düşürülmüştü. Bu süreç bugün de sürüyor.

Bu sektördeki en büyük süper tekellerden biri olan Shell, İngiltere'nin en büyük üçüncü enerji şirketi BG Group’u 70 milyar dolara satın aldı. Böylece Shell’in enerji rezervleri %25 oranında artmış olacak ve dünyadaki üçüncü doğal gaz tedarikçisi haline gelecek.

Enerji sektöründeki krizin, riskli işlere giren görece küçük firmaların da BG Group’un kaderini paylaşmasına yol açacağına kesin gözüyle bakılıyor.

Ama söz konusu olan sadece küçük firmaların yutulması değil, devasa tekeller de bu süreçten kaçamayacak gibi görünüyor. Buna bir zamanların kimse tarafından satın alınamayacak kadar büyük olarak gördüğü meşhur BP de dahil.

Çünkü tekelleşme aynı zamanda rekabeti de artırıyor. Chevron ya da ExxonMobil gibi tekelleri de bu alım sonrasında Shell’in elde ettiği avantajların gerisinde kalmamak için BP gibi bir dev tekeli satın almaya zorluyor.







Şubat Ayı Enflasyon Rakamları Üzerine

Enflasyon aşırı üretimin ya da kitlelere satılan ürünlerin azalmasının bir sonucu olarak dolaşım alanının aşırı parayla dolmasıdır.

Enflasyonun sınıfsal özü, kitlelerin ücretlerini düşürerek ulusal gelirin burjuvazi lehine yeniden dağıtılmasından ve küçük üreticinin daha hızlı yıkılmasından ibarettir.

Lenin'in ifadesiyle "kağıt para basımı zorunlu borcun en kötü biçimidir, en çok da işçilerin, nüfusun en yoksul kesimlerinin yaşadığı koşulları kötüleştirir" (Lenin, "Yaklaşan Felaket ve Kurtulma Çareleri").

Şubat ayı enflasyon rakamı yüzde 7.61 olarak açıklandı.

Ama bu rakam aldatmacadan ibarettir ve en büyük harcamalarını gıdanın oluiturduğu işçi ve emekçi kitlelerin enflasyondan nasıl etkilendiğini açıklamaz. Çünkü dıda fiyat artışı ise yüzde 14.12'dir yani açıklanan rakamın iki katıdır.

2015 yılının ilk üç ayını dikkate alırsak enflasyonun yüzde 70’inin gıda fiyatlarından geldiğini görürüz.

Bu da, geniş kitlelerin soyulması anlamına gelir.

Çin Emperyalizmi ve Demiryolları

“Demiryolları yapımı, basit, doğal, demokratik, kültürel, uygarlaştırıcı bir girişim gibi görünür: bu, darkafalı küçük-burjuvaların gözlerine böyle göründüğü gibi, kapitalist köleliğin iğrençliğini maskelemeleri için cepleri doldurulan burjuva profesörlerinin gözlerine de böyle görünür. Aslında bu girişimleri binlerce noktadan üretim araçlarının özel mülkiyetine bağlayan kapitalist bağlar, demiryolu yapımını, (sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin) bir milyar insan için, yani dünya nüfusunun yarıdan fazlasını oluşturan bağımlı ülkelerdeki insanlar için, ve "uygarlaşmış" ülkelerde sermayenin ücretli köleleri için bir baskı aracı haline getirmiştir.” (Lenin,  Emperyalizm:Kapitalizmin En Yüksek Aşaması)

Bu alıntıyı aşağıdaki bilgilerle karşılaştıralım:

“AB’nin Çin'e yaptığı doğrudan yatırım daha fazla olsa da, ABD’li bir danışmanlık şirketi Çin’in 2020 yılına kadar AB’ye yönelik 250-300 milyar dolarlık doğrudan yatırım yapmasının beklendiğini söyledi. Muhtemelen önümüzdeki yıllarda Çin’in Avrupa'da yapacağı yatırım Avrupa’nın Çin’de yaptığı yatırımdan daha fazla olacak.”

Bugüne kadar inşa edilen en önemli bağlantı güneybatı Çin'in Chongqing kentinden Almanya Duisburg’a uzanan Trans-Avrasya demiryoludur. Almanya, Çin, Kazakistan, ve Rusya’dan oluşan bir ortak girişim tarafından 2011 yılında faaliyete başlayan 11.179 kilometrelik bu demiryolu hattı Belarus ve Polonya olmak üzere altı ülke arasından kıvrılıyor. Çin bu yük odaklı demiryolu ağından en fazla yararlanan ülke durumunda; 2011 yılından bu yana Avrupa'ya bu güzergah üzerinden iki buçuk milyar dolardan fazla mal taşıdı.

Çin'i Avrupa'ya bağlayan demiryolu ulaşım bağlantıları artarken, bu ülke aynı zamanda Avrupa içinde bir altyapı inşaatını başlattı ...


Çin başlagıçta coğrafi olarak daha yakın ve ekonomik açıdan daha zayıf olan Orta ve Doğu Avrupa üzerinde odaklandı. "(Dünya Finans Araştırmaları Dergisi, 2015 Mart-Nisan)



Türkiye’de Silahlı 802 Bin Kişi Özel Mülkiyeti Koruyor

Resmi rakamlara göre Türkiye’de 256 bin polis, 233 bin “özel güvenlik görevlisi”, 403 bin er ve erbaş var.

Toplamda özel mülkiyet düzenini korumakla görevli 802 bin silahlı kişi var. Bu rakamın çok daha yüksek olduğunu biliyoruz çünkü burada aktardıklarımız sadece resmi rakamlar.

Askeri bilimlerde uzmanlaşmış, son derece örgütlü bir komuta kademesi tarafından yönetilen 802 bin silahlı düzen bekçisinin bulunduğu bir durumda:

1) Seçimler yoluyla, barışçıl bir tarzda iktidarı ele geçirip kapitalizmi ortadan kaldırmak mümkün müdür?

2) İşçi sınıfına dayanmayan, sadece öncülerden oluşan bir devrimciler grubunun eylemleriyle bu örgütlü yapıyı yenmek ve yok etmek mümkün müdür?

Marksizm-Leninizm bu iki soruya da olumsuz yanıt verir. Marksizm-Leninizme göre böyle bir yapıyı ortadan kaldırmak işçi sınıfının  kitlesel silahlı ayaklanmasıyla mümkündür.


5 Nisan 2015 Pazar

Türkiye'de Borsanın Büyümesinin Sonuçları

Türkiye’de borsa büyüyor. 

Bunu açıklanan rakamlardan anlıyoruz:

“Borsa İstanbul’un (BİST) 2014 yıl sonu yurtiçi piyasa değeri 220 milyar ABD doları olarak hesaplanmış.” ( (Metin Ercan, Radikal)


Hiç de küçümsenecek bir rakam değil. Dünyadaki diğer ülkelerle karşılaştırdığımızda:


100 milyar ABD doları üstünde piyasa değerine sahip 39 hisse senedi borsası yer alıyor. BİST bu 39 borsa arasında piyasa değeri itibariyle 30. sırada.”  (Metin Ercan, Radikal)

Türkiye’de borsanın büyüme hızı da çok çarpıcı:

2000’lerin başından bu yana BİST’in piyasa değeri hızlı bir artış trendi seyretmiş. BİST’in piyasa değeri 2003 yılında 68 milyar ABD dolarından 11 yılda 3 katına yükselmiş.”  (Metin Ercan, Radikal)

Borsadaki büyüme hızının sanayideki büyüme hızından daha hızlı olması dikkat çekici.

Borsanın büyümesi demek, şirketlerin, sermayelerini genişletmek, yeni yapacakları yatırımlara kaynak bulmak için giderek daha fazla hisse senedi çıkarmaları demektir. Bu çıkardıkları  hisse senetleri, bir nevi ortaklık belgeleridir. Hisse sahibi, toplam hisse yüzdesinin yeterli bir kesimini elinde bulunduruyorsa şirket yönetiminde yer alır.

İşte bu noktada, borsanın büyümesinin bir başka önemli yönü ortaya çıkıyor: Türkiye'deki hisse senetlerinin yüzde 62.60’ının sahibi 2 bin 302 yabancı fon. Başka deyişle, hisse senedi alımı da yabancı sermayenin sıkça başvurduğu bir sermaye ihracı biçimidir.

İşte bu yüzden borsanın büyümesi, aynı zamanda uluslararası finans kapitalin Türkiye’de üretilen artı değere, bunu üreten işçinin haberi dahi olmadan hisse senedi alımı yoluyla ortak olması demektir.

Evet, borsa büyüyor, Türkiye’de kapitalizm gelişiyor ve finans kapitalin ülkeye girişi, Türkiye’nin uluslararası finans kapitale entegrasyonu artıyor. Ama hepsi bu değil.

Borsanın büyümesi aynı zamanda Türkiye kapitalizminin spekülasyonlara da daha açık olacağını gösteriyor. Nitekim, İstanbul borsası hızlı büyüyen bir borsa olmakla birlikte dalgalanmaları da yüksek bir borsa aynı zamanda. Bu dalgalanmaları ifade etmek için için burjuva iktisatçıları “getiri oranlarının standart sapması” terimini kullanıyorlar. Bu oran ne kadar yüksekse, borsanın iniş ya da çıkışı o kadar belirsiz demektir:

“İstanbul ve yüksek getiri sağlayan diğer borsalarda, getiri oranlarının yıllar itibariyle sergiledikleri dalgalanmalar risk seviyelerinin daha yüksek olduğunu gösteriyor. 2003-2014 arasında yüzde 14,9 yıllık ortalama getiri sağlayan BİST’in getiri oranlarının standart sapması (diğer bir ifade ile yıllık getiri oranlarının oynaklık düzeyi) yüzde 42. Yüzde 4,8 ortalama getiri sağlayan New York Borsası’nda ise, bu oran yüzde 18 olmuş!” (Metin Ercan, Radikal)

Son dönemde özellikle doların artması nedeniyle kısa vadede bu dalgalanma riskinin çok yüksek olduğunu, bu yükselişin devam etmesi durumunda önemli miktarda yabancı kapitalistin hisse senetlerini TL karşılığı satıp elde ettiği paraları dolara çevirip ülkeden çıkma ve böylece yeni bir krizi tetikleme ihtimali yüksek. Bir burjuva yazar, doların artmasının neden bu çıkışı hızlandırabileceğini güzel anlatmış:

Bir yabancı yatırımcının geçen yılsonu itibariyle Türkiye’de 100 liralık hisse senedi ve yine 100 liralık devlet iç borçlanma senedi olduğunu varsayalım. Geçen yıl sonunda dolar 2.32 lira olduğuna göre, hisse senedi ve DİBS’in döviz karşılığı 43.1’er dolardır.100’er liralık hisse senedi ve DİBS’in döviz karşılığı, dolar 2.60’a çıktığı için geriledi. 20 Mart itibariyle (son veri bu tarihe ilişkin) yabancıların artık 43.1’er dolarlık hisse senedi ve DİBS’i yok. Yabancının hisse senedi ve DİBS tutarı artık 38.5’er dolar.


Yani yabancı yatırımcı, TL’nin değer kaybetmesinden ötürü 200 liralık varlığında yaklaşık 2.5 ayda 9 dolar kayba uğramış görünüyor.

Bir de hisse senetleri yüzde 5’e yakın değer yitirdiği için 38.5 dolar biraz daha geriledi ve 36.6 dolara düştü. Yani yabancı 100 liralık hisse senedine hiç dokunmadığı halde, bu senedin karşılığı yüzde 15 oranında azalarak 43.1 dolardan 36.6 dolara gerilemiş oldu." (Dünya Gazetesi)

Kapitalizm Geliştikçe Toprak Rantı Köylerde Azalıyor, Kentlerde Artıyor

Kapitalizmin en çok geliştiği emperyalist ülkelerde, tarımda sermayenin organik bileşiminin artması sonucunda artan üretkenlik, daha fazla ürünün daha küçük toprak parçalarında üretilebilmesinin yolunu açtığı için toprağın değerinin milli gelire oranla düşmesine, kırlarda toprak rantının önemsizleşmesine yol açıyor. Aşağıdaki tabloda ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa’da toprağın değerinin milli gelire oranla nasıl düştüğünü gösteriyor:
Buna karşılık, toprak rantı kentlere kayıyor. ABD’de bir ev inşa etmenin maliyeti 1980’lerden bu yana değişmemesine rağmen ev fiyatlarının o tarihten beri %30 oranında artması bunu gösteriyor.
Aşağıdaki rakamlarda, yukarıda ismini saydığımız ülkelerde konut fiyatlarının milli gelire oranla artışını görebiliyoruz:

Kentlerdeki toprak rantındaki bu muazzam artışın işçi sınıfına büyük bir yük oluşturduğunu belirtmeye gerek bile yok. Ev sahibi olmak için borçlanmak zorunda kalan kitlelerin borcunun artışını aşağıdaki tabloda görebiliyoruz. Kırmızı çizgi konut borcunun milli gelire oranını gösteriyor ki anlaşılan birkaç yıl içinde milli gelire eşit olacak:
Bir başka çarpıcı nokta da ABD’de toplumun en yoksul %90’lık kesiminin sahip olduğu konutun değerinin toplumun en zengin %10’luk kesiminin sahip olduğu konutun değerinden daha düşük olması. Toplumun en zengin %1’lik kesiminin sahip olduğu konutun değeri ise toplam değerin %20’si kadar!
Aşağıdaki tablo bu durumu çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor:
Son olarak, şunu vurgulayabiliriz: Toprak rantının kentlerde bu kadar artması, bazı arazilerin fazla değerlenmesi rüşveti besleyen önemli kaynaklardan biri.
Bugünlerde Belediye Başkanı olmak çok karlı iş!

Politik Ekonomi Ders Kitabına Bir Güncelleme

1955 yılında SSCB Bilimler Akademisi tarafından yayınlanan Politik Ekonomi Ders Kitabı Birinci Cilt (Inter Yayınları), XVII. Bölümün, "Bankacılıkta yoğunlaşma ve tekeller, Bankaların yeni rolü" altbaşlığında şu istatistik veriyi görüyoruz:

"Amerika Birleşik Devletleri’nde en büyük 20 bankanın bütün bankalara yatırılan toplam mevduat içindeki payı, 1900 yılında %15, 1929 yılında %19, 1939 yılında %27 ve 1952 yılında %29 tutuyordu."

Rakamı güncellemek gerekiyor, çünkü tekelleşme (özellikle de 2008 krizinden sonra) arttı.

"SNL Financial tarafından yapılan yeni bir veri çalışması en büyük beş ABD bankasının 1990 yılında sektörün varlıklarının toplamının yüzde 9.68'ine sahip olduğunu belirtti.  Geçen yılın 30 Eylül tarihi itibariyle, beş büyük banka sektör varlıklarının yaklaşık yüzde 44'üne sahip. En büyük ABD bankası olan JPMorgan Chase & Co. sektör varlıklarının %13'ünü elinde tutuyor."  (Kaynak, International Finance / Uluslararası Finans Dergisi)

Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, yaptığımız alıntıda ilk beş bankadan söz ediliyor. Yani ilk beş bankanın tüm sektör içindeki payı 1952 yılında ilk yirmi bankanın  tüm sektör içindeki payından yüzde 15 daha fazla.

Bir başka önemli nokta, ABD'nin bankacılık sektörü tekelleşmesinde en fazla yoğunluğa sahip ülke olmadığı gerçeğidir. Örneğin Kanada'da ilk beş banka toplam sektörün %85'ini elinde tutar.



Eşitsiz Başlangıçlar

Son yapılan araştırmalar hamile kadınların nasıl beslendiğinin bebek için sanılandan daha da önemli olduğunu gösteriyor. Uzmanlar ilk 1000 günün - yani anne karnında geçirilen dokuz ay ve doğduktan sonraki iki yılın - önemini vurguluyorlar.
Araştırmanın bir başka sonucuysa şu:
"Yoksul anneler daha çok aç kalıyor ve hamile bir kadının ne yemesi gerektiği konusundaki bilgileri daha az. Amerika'da siyah, evlenmemiş, Kolejden mezun olmamış annelerin hamilelikleri boyunca tavsiye edilen kilonun çok altında kilo aldıkları tespit edildi. Bu kadınlar evli ve kolej eğitimi almış beyaz kadınların aldığı kilonun yarısını alıyor.
(...)Gelişmekte olan ülkelerde de anne karnındaki bebekler pek çok tehlikeye maruz kalıyor. Bu tehlikeler arasında annenin kirli su içmesi, kötü beslenmesi ve hastalıklara yakalanması var.
Zengin ülkelerde bebeklerim bu tür risklere daha az maruz kalıyorlar.” (Janet Currie of Princeton Üniversitesi)


4 Nisan 2015 Cumartesi

Fiktif Sermayenin Büyümesi Konusunda Engels

Özellikle on beş yılda (210 trilyon dolar gibi) muazzam rakamlara  ulaşan günümüze ait fiktif sermayenin büyümesiyle ilgili olarak (aşağıdaki grafikte 1990'lı yıllardan bu yana dört katına çıktığını görüyoruz)  Engels'in aşağıdaki sözlerini hatırlayalım.

"Borsa 1865 yılında borsa kapitalist sistemde hala ikincil bir öğeydi. (...)

1866 krizinden bu yana sermaye birikimi o kadar hızlandı ki başta İngiltere olmak üzere hiçbir sanayileşmiş ülkede üretimin genişlemesi, birikimin genişlemesine ayak uyduramadı, başka deyişle bireysel kapitaliste ait birikiminin tamamı kapitalistin kendi işini genişletmek üzere kullanılamaz oldu." (Kapital'in 3. Cildine Engels'in yaptığı ek)

"...borsa ....eşi bulunmaz bir yok edici ve bir sonraki devrimin en güçlü hızlandırıcısı olarak bizleri doğrudan ilgilendirir."  (Engels - Conrad Schmidt'e mektup)



Syriza Reformizminin Manevra Alanı Dar

Özellikle kriz dönemlerinde, Yunanistan gibi uluslararası finans kapital ve yerel burjuvazinin boyunduruğu altında olan bağımlı bir ülke kitleleri oyalayacak reformist bir partinin maskesini düşürmeden uzun süre dayanabilmesinin fazla koşulu yok.

Aşağıdaki haberler, bunu açıkça ortaya koyuyor.

"Yunanistan 9 Nisan tarihinde IMF’e 450 milyon dolar ödemek mecburiyetinde."


"Önümüzdeki 9 Nisan’a kadar anlaşma hasıl olmazsa Yunanistan IMF borcu ile başlayarak,  bir kere daha iç ve dışa ödeme yapamamak durumuna düşecek!"
"Yunanistan dün de euro bölgesi yöneticilerine, bu yıl 6 milyar euro kadar gelir sağlayacak bazı reform yaklaşımlarının listesini verdi. Bu adım nakit sıkıntısı sonucu iflas etmeden 7.2 milyar euroluk bir kurtarma fonunun alabilmek için atılması gereken bir adımdı."
"...bir evvelki Yunanistan reform listesi konusunda “yeterince detaylı değil” şeklinde bir değerlendirme yapan Troyka kontrolörleri salı günkü toplantıda da anlaşma üretemediklerinden “Atina’nın daha yüksek dozda kooperasyon yapması gerektiği” değerlendirmesiyle toplantıdan ayrılmışlardı."