12 Ağustos 2016 Cuma

The Economist Mısır'ı Değerlendiriyor




Lenin, The Economist dergisini "İngiliz finans kapitalin borazanı" olarak nitelemişti. Bu dergi 6 Ağustos sayısının önemli bir kısmını Mısır'a ayırmış ve oldukça ilginç değerlendirmelerde bulunuyor.

Öncelikle, derginin ülkedeki sorunları gayet güzel anlattığını belirtmemiz gerekiyor. Bu sorunların anlatıldığı bölümleri alıntılayalım:

“Arapların nüfusu özellikle hızlı artıyor. 2010 yılında nüfusun 15-24 yaşları arasındaki kesimi 357 milyonluk toplam nüfusun %20’sini oluştursa da, 2010 yılında sayıları 46 milyonu bulan bu genç kesim 2025 yılında 58 milyon kişiden olacak.

Rejim çökmüş durumda, Körfez devletlerinden gelen parayla (ve biraz da Amerika’dan gelen askeri yardımla) ancak ayakta duruyor. Milyarları bulan petrodolarlara rağmen, Mısır’ın bütçe ve cari açığı artıyor. Bütçe açığı milli gelirin yaklaşık %12’sini, cari açık ise %7’sini oluşturuyor. Bay Sisi milliyetçi pozlar verse de, elinde şapkası IMF’ye gidip 12 milyar dolarlık bir kurtarma paketi talebinde bulundu.

Gençlerin arasındaki işsizlik %40’ın üzerinde. Hükümet boş boş duran memurlarla dolup taşıyor. Mısır’ın katı, devletçi ekonomisi içinde özel sektör her yıl iş piyasasına katılan yeni işçi kitlelerine yeterli iş veremiyor. Başka yerde olsa, bu kadar çok genç nüfus ekonomik bir avantaj olarak görülürdü. Ama Arap dünyasında gençliğe, yok edilmesi gereken bir lanet olarak bakılıyor. Bugünlerde genç Araplar için ülkelerinde yoksulluk, göç ya da sıradışı durumlarda cihat gibi rezil seçeneklerden başka bir şey yok. Gerçekten de, Suriye gibi yerlerde en iyi para kazandıran işler arasında eline bir tüfek almak da var."

Görüldüğü gibi, sistemin gençliğe verebildiği hiçbir şey yok ve Mısır patlamaya hazır bir bomba. Derginin bu sorunları tespit etmesi çözüm arayışında olduğu anlamına gelmiyor. Tersine, derginin yazarları, bu sorunların savundukları kapitalist sistem içinde çözülemeyeceğini çok iyi anlıyorlar ve bu yüzden çözüm konusuna hiç kafa yormuyorlar. Yazarlar bu sorunları böylesine nesnel bir biçimde tespit ediyorlar çünkü bu sorunların "iyi yönetilmediğini" düşünüyorlar ve bu durumun bir tehlike oluşturduğunu görüyorlar. İşte bu yüzden Başkan Sisi'yi eleştiriyorlar:

"Bay Sisi işleri daha kötüye götürüyor. Mısır parası poundu korumakta ısrar ediyor, böylece enflasyonun ve açlık isyanlarının önüne geçiyor. Poundu güçlü tutarak, çoğu ithal edilen gıda maliyetlerini kontrol edebileceğini düşünüyor. Ama sermaye denetimleri dolar alınıp satılan kara borsanın ortaya çıkmasını engelleyemedi. Mısır poundu kara borsada üçte iki fiyatla satılıyor. Ayrıca bu denetimler yedek parça ve makine kıtlığına yol açtı. Bu da enflasyonu yükseltiyor (şu anda %14 ve artmakta). Bu durum sanayiye de zarar veriyor ve yatırımcıları kaçırıyor."

Ama belli ki, Sisi'ye henüz bir alternatif çıkaramadıkları için onun hemen yerinden edilmesini tavsiye etmiyorlar. Amaçları onu orta vadede değiştirmek:

"Mısır’ın stratejik önemi o kadar fazla ki dünyanın Bay Sisi’yle idare etmekten başka şansı yok. Ama Batı ona karşı pragmatizm, ikna ve baskıdan oluşan bir politika izlemeli. Mısır’a ihtiyacı olmayan ve bütçesini de aşan Amerikan F-16’ları ya da Fransız Mistral helikopter taşıyıcıları gibi pahalı silahları satmamalı.

Şu anda başka bir ayaklanma ya da hatta başka bir darbe ihtimalinden çok söz edilmiyor. 2011 yılında gafil avlanan gizli polis, yükselen muhalefetin kokusunu alma yeteneğini artırdı. Ama Mısır’daki demografik, ekonomik ve toplumsal baskılar büyük bir hızla artıyor. Bay Sisi sonsuz istikrar sağlayamaz. Mısır’ın siyasal sistemi yeniden ele alınmalı. Bay Sisi’nin 2018 yılındaki seçimlere aday olmayacağını açıklaması fena bir başlangıç olmaz."



Emperyalizm, tıpkı Mübarek döneminin sonunda olduğu gibi, bekçi köpeğinden pek memnun değil. Bu bekçi köpeğinin kaynayan devrimi engelleyemeyeceğini biliyor.

11 Ağustos 2016 Perşembe

Patronlar OHAL'i Fırsata Çeviriyor

5 yıldızlı bir otelin Genel Müdürü duyuru panosuna astığı bildiride şunları söylüyor:
“İstirahatli personel hakkında, tüm departmanlara;

Bugüne kadar birçok defalar Personel İdari İşleri Müdürü, İnsan Kaynakları Müdürü ve departman müdürlerine ikazda bulunmama rağmen hala istirahatli, izinli veya tatilde olan personele telefonla ulaşılamamaktadır. Gerektiği halde istirahatli olan personelin evine kontrol gönderilecektir. Bu işleri Personel İdari İşler Müdürü ve İnsan Kaynakları Müdürü takip edecektir.

Tüm personel turizm sektöründe çalıştığını ve nasıl çalışacağını unutmamalıdır. İstirahatlerin yarısının bozuk düzenden dolayı keyfi alındığının farkında olmamıza rağmen her şeyi ile kanuni çalıştığımız için kanuni işlemlere hiçbir şey yapamamaktayız. Fakat her türlü kontrol hakkımızı kullanırız. Bu olaylar ile düzgün çalışan personelin hakları ihlal edilmektedir. Tüm müdürlerin dikkatine.

İstanbul Çınar Hotel Genel Müdürü Esen Çetingil”

Genel Müdür hızını alamamış, OHAL’den vazife çıkararak istirahat eden işçilerin nerede istirahat edeceğine karar verme, bunu denetleme yetkisini kendi kendine bahşetmiş. Turizm sektöründe örgütlenen işçi arkadaşlar, OHAL ilanından önce böyle bir tehdide otellerde patronların kolay kolay cesaret edemediğini söylüyor.

Devam edelim.

Elazığ’da AKSA Elektrik Arıza’da yürütülen toplu iş sözleşmesi sürecinde tıkanıklık yaşanıyor. İşçiler eylem yapmaya karar veriyorlar. 25 işçi gözaltına alınıyor. Polis işçilere şöyle diyor:
“Eylemi bitirmezseniz 30 gün gözaltı yaparız!” (OHAL ilanııyla gözaltı süresi 30 güne çıkarılmıştı.)

Adana’da aylardır maaşları ödenmediği için direnişte olan Ekoroma işçilerinin Mersin’e girişleri ve bildiri dağıtımları OHAL gerekçesiyle engelleniyor. İşçiler gözaltına alınmakla tehdit ediliyor.

OHAL’den faydalananlar sadece patronlar, genel müdürler ya da polis de değil. Sarı sendikalar da, OHAL sopasını işçiler üzerinde deniyor. Haksız yere işten atmalara karşı tepkilerini eylemle göstermek isteyen BEDAŞ işçilerine Türk-İş’e bağlı Tes-İş Sendikası: “OHAL sürecinde eylem yapmanın cezası 30 gün gözaltı süresi. 40 kişiden 10 kişi atılacak ama eylem yaparsanız bu sayı artabilir” diyerek, onları eylemden alıkoymaya çalışıyor.

Örnekler daha da çoğaltılabilir. Farklı sektörlerden işçi arkadaşlar son dönemde patronların büyük baskısı altında kaldıklarını anlatıyorlar.

Bu patronları, genel müdürleri, polisi, sarı sendikaları cesaretlendiren nedir?

2 Ağustos'ta "Cumhurbaşkanlığı Külliyesi"nde yapılan "Uluslararası Yatırımcılarla Yüksek Düzeyli Ekonomi Toplantısı"nda Tayyip Erdoğan'ın yaptığı konuşma bu konuda bize bazı önemli ipuçları verebilir:

“İlan ettiğimiz bu OHAL ile devletin işleyişini hızlandırmak, bunu hızlandırırken de devletin yeniden yapılanması sürecini başlattık.

TBMM'de bekleyen Ekonomik Reform Paketlerinin süratle yasalaştırılması konusunda arkadaşlarımız ile hemfikiriz. Darbe girişimi ile ilgili süreçler Kanun Hükmünde Kararnameler ile yürütüldüğü için meclis gündeminin tıkanması, Ekonomik Reform Paketlerinin ötelenmesi söz konusu değildir.”

İki gün sonra, yineCumhurbaşkanlığı Külliyesi”nde yapılan “Oda ve Borsa Başkanları ile İstişare Toplantısı”nda Tayyip Erdoğan şunları söylüyor:

“Kalkıp ‘devletin malı deniz yemeyen domuz, girdin mi içeri ölene kadar kal orada’... Böyle bir şey olmaz. Şimdi devleti bunlardan arındırma zamanıdır, tüm sektörleri arındırma zamanıdır. Bu yasal düzenleme Anayasa değişikliği gerektiriyor ve ben bu konuda muhalefet liderleriyle yaptığım görüşmede kendilerine söyledim.”

Bu konuşmalardan patronlar büyük cesaret alıyorlar. Memnuniyetlerini kurumsal yayınlarında da dile getiriyorlar. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) tarafından hazırlanan Temmuz 2016 Ekonomi Bülteni’nde; “Küresel yatırımcılarla Hükümetimizin temasa geçerek güvence vermesi isabetli oldu, finansal piyasalardan önemli bir sermaye çıkışı yaşanmadı, çıkan da geri dönmeye başladı” yazıyor.

ABD finans kapitalinin sözcüsü Financial Times gazetesi 11 Ağustos 2016 tarihli sayısındaki haberinde Türkiye burjuvazisindeki panik havasını çok iyi yansıtıyor:

“Temmuz ayındaki darbe girişiminden sonra, Türk Bakanlar, yetkililer ve ticaret organları dünyanın en büyük on yedinci ekonomisinin iyi durumda olduğunu kanıtlamak için büyük çaba gösteriyor, yatırımcılarla görüşüyor, yabancı basına reklam veriyor ve güven artırıcı bir dizi önlem paketi açıklıyor.

Türkler, piyasaları ve yatırımcılara güven verme telaşı içindeler. Özellikle de, Moody’s Kredi Derecelendirme Kuruluşu’nun Türkiye’nin ulusal borcunu batık ilan edebileceği uyarısını yaptıktan sonra.

Moody’s, Fitch’le birlikte Türkiye’yi “yatırım yapılabilir” olarak gören tek kuruluş. Bu kuruluşların “yatırım yapılabilir” değerlendirmesi dünyanın en büyük fonlarının Türkiye’de kalmasını sağlıyor. Bu statünün kaybedilmesi, 10 milyar dolar civarında tahvilin otomatik olarak satılmasına yol açacak.

Analistler, böyle bir durumda, Türk ekonomisinin küresel şoklara çok açık hale geleceğini, borçlu Türk banka ve şirketlerin borçlanma masraflarının yükseleceğini ve büyümenin duracağını düşünüyor.”

Marx’ın şu satırlarını hatırlatmadan edemiyoruz:

“Kredi ücretli emeğin sermaye tarafından, proletaryanın burjuvazi tarafından, küçük burjuvazinin büyük burjuvazi tarafından sömürülmesinin geleneksel tarzda devam edeceğine olan güvene dayanır. Bu yüzden, doğası ne olursa olsun, proletaryanın her siyasi hamlesi, eğer bu hamle burjuvazinin doğrudan emri altında gerçekleşmiyorsa, bu güveni sarsar, krediyi zayıflatır” (Karl Marx, Burjuvazi ve Karşı Devrim, Marx-Engels Toplu Eserler, c. 8)

Görüldüğü gibi, Türkiye burjuvazisi durgunluktan, borçlarından sıyrılmak için siyasi krizi fırsata çevirmeye çalışıyor ve işçi sınıfına yönelik saldırılarını artırıyor.

Bütün bunlar göstermektedir ki burjuva yazar çizer takımının işçilere vaaz ettiği gibi “siyasetle ilgilenmemek”, yalnızca “kendi ekmek davasına” bakmak işçileri kurtarmıyor. Mevcut kavganın burjuvazinin kendi içindeki bir iktidar kavgası olduğu doğrudur. Ama bu tür “aile içi” kavgaların en ağır faturası herkesten çok işçilere ve emekçilere çıkarılmaktadır. Ancak işçiler olarak kendi bağımsız siyasal, sendikal vb. örgütlenmemizi gerçekleştirebilirsek ülke gündemini sürekli burjuvazinin kendi içindeki iki yüzlü iktidar ve menfaat kavgalarının işgal etmesine ve bizim taraf olmadığımız kavgaların faturasının hep bize çıkarılmasına bir son verebiliriz.


10 Ağustos 2016 Çarşamba

Çin Emperyalizminin Avrupa Çıkarması


“İngiliz ve Alman kapitalistlerinin dünya pazarındaki rekabeti her seferinde daha güçlü bir biçimde hissediliyor. İngiltere’nin eski üstünlüğü ve dünya piyasasındaki mutlak hakimiyeti artık tarih oldu. Almanya özellikle hızlı gelişen kapitalist ülkeler arasında yer alıyor ve Alman sanayisi giderek daha fazla bir biçimde yabancı pazarlarda kendilerine yer arıyorlar. Sömürge savaşları ve ticari çıkar çatışmaları kapitalist toplumdaki en başlıca savaş nedeni haline geldi” (Lenin, Alman ve İngiliz İşçilerin Barış Manifestosu, Toplu Eserler, c. 17, s. 208 - İspanyolca Baskı)

Lenin, kapitalizmin emperyalizm aşamasında savaşların kaçınılmazlığının iktisadi nedenlerini anlattığı bu satırları yaklaşık 100 yıl önce yazdı. Yüz yıl sonra, emperyalizm, daha vahşi bir biçimde, tüm çelişkileriyle ayakta. Bu yazıda, güncel bazı haberlerden yararlanarak, Lenin’in sözünü ettiği ve emperyalist savaşların temel nedeni olan “ticari çıkar çatışmaları”ndan güncel örnekler vermeye çalışacağız. Aşağıdaki yazıdaki veriler 10 Ağustos 2016 tarihli Financial Times gazetesinden alınmıştır.

Görüleceği gibi, aktörler değişse de, emperyalizm “bildiğimiz” emperyalizm ve şüphesiz yeni savaşlara gebe.

*

Almanya, yüksek mühendislik ve teknoloji alanlarında güçlenmeye çalışan Çin’in en fazla sermaye ihracı yaptığı ülkelerden biri haline geldi. Almanya, bunu ülkenin stratejik sektörlerine bir tehdit olarak görüyor.

Almanya’nın en çok patent alan mühendislik firmalarından, sanayi robotları üretimiyle ünlü Kuka firması Çinli şirket Midea  tarafından 4.5 milyar dolara satın alındı. Midea, artık bu şirketin hisselerinin %94.55’ini elinde tutuyor. Bu Çin’in Almanya’da satın aldığı en büyük şirket.

Ülkenin en önemli mühendislik firmalarından birinin Çin tarafından satın alınması Almanya’da büyük bir endişe yarattı. Üst düzey Alman burjuva politikacılarının endişelenmelerinin nedeni  “4. Sanayi Devrimi” dedikleri (bilişim teknolojisi ve sanayinin birliğini ifade etmeye çalışıyorlar) son teknolojik dönüşümlerin merkezinde yer alan bir firma olması. Şirket, otomotiv ve uçak üretiminde kullanılan robotların üretiminin yanısıra “buluttan” veri alıp nesnelerin birbiriyle iletişime geçmesini sağlayan daha “akıllı” sistemlerde de uzmanlaşmıştı.  

Financial Times’da çıkan habere göre Almanya Başbakanı Merkel de, Kuka’nın satılmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş.

Kuka şirketinin alınması aslında bardağı taşıran son damla. Almanya, bu satın almadan önce de Çin’in en fazla sermaye ihracı yaptığı ülkelerden biri haline gelmek üzereydi. Çin, sadece bu yılın ilk yarısında Almanya’da 10.8 milyar dolarlık yatırım yaptı ve 37 Alman şirketini satın aldı. Bu yıl yapılan sermaye ihracı geçmişte yapılan tüm yatırımların toplamından fazla. 2015 yılında Çinli şirketler 35 Alman firmasını satın almıştı.

Almanya’ya yapılan dış yatırımların (sermaye ihracının) yüzde 40’ı Çin’den geliyor.

Çin Almanya’dan rastgele şirket satın almıyor. Satın alınan şirketler yüksek teknolojili sektörlerde yer alıyor. Örneğin 400 milyon dolara satın alınan Osram aydınlatma sektöründe önemli bir Alman firmasıydı. Aynı şekilde, atık yönetimi şirketi EEW ya da neredeyse bir milyar dolara satın alınan Alman makine üreticisi KraussMaffei Group da son derece önemli firmalar.  

Çinli firmalar,ağır sanayi dışında ilaç ve biyoteknoloji sektörlerinden de önemli Alman firmalarını satın alıyor.

Emperyalist Çin’in diğer emperyalist ülkeleri endişelendiren yatırımları sadece Almanya’yla sınırlı değil. Geçen ay İngiltere Başbakanı Theresa May, Çin tarafından yapılan 18 milyar dolar değerindeki nükleer santralin yapımını son anda durdurdu. Kaygılar benzer: bir kriz anında Çin santralin işletimini durdurma tehdidinde bulunabilir.

Benzer bir kaygıyı duyan ABD devleti bir aydınlatma fabrikasını Çin’e satmak isteyen Philips’e engel oldu.

Çin’in ChemChina adlı kimya şirketinin 44 milyar dolar karşılığında İsviçreli kimya devi Sygenta’yı satın alması da devlet engeliyle karşılaşabilir.

Görüldüğü gibi, işlerine geldiği zaman “sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılması”nı savunan emperyalist ülkeler konu başka emperyalist ülkelerin sermayelerinin önemli sektörlere girmesi söz konusu olduğunda bu söylemi unutup korumacı bir tutum alabiliyorlar.

Sonuç olarak Çin emperyalizmi kararlı. Karların yüksek olduğu yüksek teknoloji sektörüne girmek istiyorlar. Bunu yapabilmek için, Çinli şirketlerin (grevler sayesinde atan işçi ücretlerinin artmasının da etkisiyle) sermayelerinin organik bileşimini yükseltmeleri gerekiyor. Şu anda Çin’de 10 bin işçiye 36 robot düşüyor. Bu rakam Avrupa’da 85, Kuzey Amerika’da 79. Çin, 2020 yılında 10 bin işçiye 150 robot düşmesini hedeflediğini açıkladı. Bu yüzden Çin, robot pazarının en fazla gelişeceği yerlerden biri. Alman burjuva politikacılar, Çinli bir şirketle ortak girişim halinde robot üretimini Çin’de yapıp asıl teknolojinin Almanya’da kalması için uğraştılar. Ama Alman yatırımcıların sermayelerinin gücü buna yetmedi. Bu emperyalist mücadele artarak devam edecek.



 
 

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Koç Holding'le İlgili Kısa Bir Not

Koç Holding, 2006 yılında 392 milyon 176 bin dolar kar açıkladı. Bu rakam, 2015 yılında 1 milyar 311 milyon 764 bin dolara çıktı. Başka deyişle Koç Holding, son 10 yılda karlarını üçe katladı. Koç Holding'in 2006 yılında 88 bin 248 çalışanı vardı. Bu rakam 2015'te 91 bin 522 kişiye çıktı. Demek ki, neredeyse aynı sayıda işçi, üç kat fazla üretiyor. Bu tekelin (dünyada ilk 500 tekel arasına giren tek Türk şirketi - 421. sırada) görece artı-değer sömürüsüyle büyüdüğünü söyleyebiliriz.

Durgunluk Uzadıkça Tekeller Saldırıyor, İşçi Sınıfını Mücadeleye Zorluyor

Bölgeler arasında önemli farklılar olsa da, bir bütün olarak kapitalist dünya ekonomisinin 2008 yılında girdiği aşırı üretimden çıktığını söyleyebiliriz. Buna karşılık, çevrim konjonktürü, kriz sonrası inişli çıkışlı durgunluk evresinden yükseliş evresine geçemedi.

Genellikle ortalama karın üzerinde kar eden ve tekelci konumları nedeniyle diğer firmalara karşı önemli avantajlara sahip olan dünyanın en büyük 500 tekelinin karlılık durumuna baktığımızda bu durgunluk açıkça görülüyor. Bu firmaların gelirlerinde 2010 yılından bu yana bir gerileme olmamıştı. Ama 2014’te 31.2 trilyon dolar olan bu gelirler, 2015’te 27.6 trilyon dolara düştü. Başka deyişle, bu firmaların gelirleri %11.5 oranında azaldı. Azımsanmayacak bir düşüş. Bu süper tekeller bu haldeyse, daha küçük tekellerin, hele orta ölçekli ve küçük firmaların durumunu tahmin etmek hiç zor değil.

Karlardaki bu düşüş, süper tekeller arasındaki rekabeti artırdı. Her tekel kendi devletinin arkasında mevzileniyor. Emperyalist ülkelerin merkez bankaları bu süper tekellerin hizmetinde, ürünleri ucuzlasın diye sabah akşam para basıyorlar.

Bu kızışan rekabet emperyalist ülkeler arasındaki siyasi ve askeri alanda kızışan rekabetin ekonomik temelini oluşturmaktadır.

Uzayan durgunluk, tekelci kapitalist devletlerin korumacı önlemlerinin artmasına yol açıyor. İngiltere, AB’den ayrıldı. Çin, iç piyasada açıkça Çinli firmaları koruyan önlemler alıyor. (Örneğin, Çin piyasasına girmek için en çok çaba sarf eden firmalardan Uber, yakın zamanda teslim bayrağını çekerek hisselerinin çoğunluğunu yerli bir firmaya satmak zorunda kaldı.) Fortune dergisi “Asya, Orta Doğu ve Afrika’da ticaret ve yatırımın önündeki engellerin arttığını” belirtiyor.

Rekabet öylesine kıyasıya ki, ekonomik göstergelerdeki herhangi bir değişim belirli ülke tekellerine yararken, diğerlerine darbe indiriyor. Örneğin, ABD dolarının değerinin son iki yılda %20 oranında artması söz gelimi Alman tekellerine büyük kazanç sağlarken, ABD’li tekellerin hanesine zarar olarak yazılıyor. Neden? Çünkü yüksek dolar ABD’li firmaların ürünlerinin daha yüksek fiyata satılmasına yol açıyor. Ayrıca, ABD’li firmaların kasasına daha az dolar giriyor. Örnek vermek gerekirse, ABD’li bir tekelin Avrupa’ya yaptığı 1 milyar Euroluk satışın değeri 2014 yılında 1.3 milyar dolardı. Ama dolar yükselince, bu değer 2015 yılında 1.1 milyar dolara düştü.

Buna karşılık bir Alman tekelini ele alalım. Örneğin BMW, ABD’ye sattığı otomobillerden 2014 yılında 13.7 milyar dolar Euro elde etmiş. Ama 2015 yılında dolardaki yükseliş sayesinde gelirini 18.2 milyar dolara çıkarıyor. Yüzde 33 gibi büyük bir artış.

Ayrıca, dolardaki yükseliş sayesinde Avrupa firmaları ABD pazarında daha ucuza teklif verebiliyorlar. Bu da ABD’li iç piyasada da pay kaybetmeleri anlamına geliyor.

Bu durum ABD’li tekellerin birleşmelerine (yani daha küçük tekellerin daha büyük tekeller tarafından yutulması sonucunda sermaye merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının artmasına), teknolojiyi geliştirmesine ve işçi çıkarmasına yol açacak. Yukarıda sözü edilen korumacı eğilimlerin güçleneceğine de şüphe yok.  

Bütün bunların, tüm dünyada, tüm ülkelerdeki emek - sermaye çelişkisini artıracağına hiç şüphe yoktur. Tekeller, rakip tekeller karşısında rekabet avantajına sahip olmak için her ülkede işçi sınıfına yönelik saldırılarını artırıyorlar ve artırmak zorundalar. İşçi sınıfı tüm dünyada daha büyük sömürü ve daha kötü yaşam koşulları dayatmasına karşı iki seçenekle karşı karşıya kalacaktır. Ya kendisini sermayenin “insafına” terk edecek, sefalet içinde daha derinlere batacak ya da mücadele edecektir. Koşullar işçi sınıfının tüm dünyada mücadeleye zorlamaktadır.

Bütün bunların, hammaddelere, ucuz emek gücüne ulaşmayı amaçlayan emperyalistler arası mücadeleyi artıracağına hiç şüphe yoktur.

Bütün bunların, başlıca emperyalist ülkelerle sömürge ve yarı-sömürgeler arasındaki mücadeleyi artıracağı, ezilen halkları emperyalizme karşı mücadeleye sevk edeceği de kesindir.

Türkiye’de de, dünyadaki sürece paralel, baskı ve mücadeleye zemin hazırlayan bir ekonomik süreç yaşanmaktadır.

Dünyadaki en büyük ilk beş yüz tekel listesinde sadece bir firması (Koç Holding - 2015’te 421. sırada) bulunan Türkiye’deki tekellerin durumunda da, 2015 yılı ve 2016 başında genel bir kötüleşme görülmektedir. “Capital” dergisinin araştırmasına göre, 2010-2014 arasında hiç küçülme yaşamayan Türkiye’nin en büyük 500 şirketi 2015 yılında yüzde 0.3 oranında küçüldü ve bunların karları %8.3 oranında azaldı.  

Türkiye’deki tekellerin son on yılda katettikleri büyümeyi görmek için şu rakamlara bakmak yeterli olacaktır: Bundan on yıl önce ilk 500 şirket arasına girebilmek için gereken minimum ciro yılda 48 milyon dolardı. Bu rakam günümüzde 141 milyon dolar yani yaklaşık üç kat artış söz konusu. Ayrıca, bu şirketlerin ait oldukları sektörlere bakarsak, enerji ve otomotiv gibi yüksek teknoloji isteyen sektörlerin çoğunlukta olduğunu, buna karşılık tekstil gibi düşük teknoloji gerektiren sektörlerin ise %3 gibi bir oranı oluşturduğunu görürüz. Buna ek olarak, zirvedeki 100 şirket ilk 500 şirketin gelirinin %64’üne sahipken, sıralamada 400-500’üncü şirketler arasındaki 100 şirket arasındaki şirketler ancak %5’lik bir paya sahipler.

Toparlarsak, ortalama karın üzerinde kar eden, organik bileşimi yüksek sermayeye sahip firmalar olan Türkiye’deki tekel ve holdingler 2015-2016 yıllarındaki kayıplarını telafi etmek için yoğun bir saldırıya geçmiştir ve bu saldırısını devam ettirecektir. Tekellerin ekonomik çıkarları işçi sınıfına daha fazla saldırmasını gerektirmektedir. Bu saldırılar da kaçınılmaz olarak işçi sınıfını harekete geçirecektir.