28 Haziran 2014 Cumartesi

Enflasyondaki Artış Devlet Şiddetini de Artıracak

Enflasyondaki Artış Devlet Şiddetini de Artıracak
AKP iktidarının sözcüleri, konu enflasyondan açıldığı zaman enflasyonu “yüzde 80’lerden yüzde 8’e düşürdük” diye böbürlenirler. Tabii bu böbürlenmenin temelinde kitlelerin bu konuyu bilmemesinin rahatlığı vardır. Son yıllarda enflasyonun dünyanın her yerinde düştüğünü, Türkiye’nin hala enflasyonu en yüksek ülkeler listesinde ilk 10 içinde yer aldığını asla belirtmezler.
Türkiye’de son aylarda dikkat çeken bir gelişme var. “Enflasyon yüzde 9’un üzerine oturdu, kaldı. Tüketici fiyatlarında yıllık artış Nisan’dan bu yana yüzde 9’un üzerinde.”
2006 başındaki 100 liranın alım gücü bugün 50 lira 68 kuruşa düşmüş durumda.
Ama durum bu kadar basit de değil.
Burjuva iktisatçılar enflasyonu herkesi eşit derecede etkileyen bir olgu olarak göstermeye çalışırlar.
Halbuki enflasyon deyince, farklı sınıflardan insanlar farklı şeyler anlarlar. İşçi, “gıda fiyatları” yükselmiş der, temel geçim araçları tüm harcamaları içinde çok küçük bir yer tutan burjuva ise ancak lüks tüketim mallarınının fiyatlarındaki yükselmeyi hisseder.
Bu durum Türkiye’de daha da geçerlidir çünkü Türkiye gıda harcamalarının toplam harcamalar içindeki payı en yüksek olan ülkelerden biri. En düşük oran yüzde ABD’de yüzde 8.5 oranında. Avrupa’da ise yaklaşık yüzde 11.5’luk bir ortalama var. (http://stats.oecd.org/Index.aspx?querytype=view&queryname=221)
Türkiye’de enflasyonun artışındaki en fazla dikkat çeken nokta şu:
“TÜİK verilerine göre, temmuz itibariyle son bir yılda 6 kalem gıda maddesinin fiyatı yüzde 57 ile yüzde 92 arasında arttı.”
“...sürekli tüketimde olan ve çok yüksek zam gören ürünler de var. Örneğin kuru fasulye fiyatında yüzde 59’luk, kuru barbunyada yüzde 47’lik, pirinçte yüzde 45’lik artış söz konusu. Aynı şekilde sıkça tüketilen gıda maddelerinden mercimeğin fiyatında da yüzde 31 artış oldu. Yumurta fiyatındaki artış da yüzde 28 düzeyinde.” (http://www.dunya.com/vatandas-ekonomik-krizi-gida-maddelerinde-zaten-coktandir-yasiyor-156882yy.htm)
Başka deyişle, işçi sınıfının en çok tükettiği, tüketimindeki payı en yüksek olan ürünler aynı zamanda fiyatları da en çok artan ürünler.
Ama bu enflasyon oranı işçilere ücretlerinin yükselmesi için mücadeleye sevketmek durumundadır. İşçi sınıfı geçinebilmek için bu ücret artışını talep etmek zorundadır.
Buna karşılık burjuvazi işçi sınıfının geçim araçlarındaki fiyat artışını kendi üretim maliyetlerine hiç yansıtmamaya ya da mümkün olduğunca az yansıtmaya çalışacaktır.
Canı enerji maliyetlerinin (değişmeyen sermayenin geçim araçlarının, başka ülkelerin burjuvalarıyla kıyasıya savaşmadan asla kısamadıkları bu maliyetlerin) bu kadar yükselmesinden sıkılan, sıcak para kaçar da dolar yükselir diye uykuları kaçan bu dolar borçlusu burjuvazi bir de işçi maaşını mı yükseltecek! Çok oluyor bu işçiler, zaten kendi dertleri kendilerine yeter!
Kısacası Türkiye’de görülen ve önü alınamayan yüksek enflasyon işçi sınıfını mücadeleye, burjuvaziyi saldırganlaşmaya zorlayacaktır. Bu koşullar “toplumsal barış” arayışındaki oportünist, reformist “sol”un işini zorlaştıracak tabii. Hayatın sürekli reddettiği bir konumda durmak zor olmalı.

20 Haziran 2014 Cuma

Çürüyen Kapitalizm

Kapitalizmde gelecek yok. Çürüyen kapitalizm. Kapitalizmin en fazla geliştiği ülke olan ABD'de halka soruyorlar:
"Kariyer ve iş fırsatları açısından gelecek kuşağın durumunun kendi kuşağına göre daha iyi olacağını düşünüyor musun?"
1999'da halkın yüzde elliden fazlası "evet" yanıtı vermiş.

15 Haziran 2014 Pazar

Arjantin: Ulusal Reformizmin Maskesi Düşüyor

Arjantin: Ulusal Reformizmin Maskesi Düşüyor
Bir defa daha Arjantin’le ilgili haberler uluslararası gündeme ve dolayısıyla Türkiye’ye de yansıdı.
28 Ağustos tarihinde Arjantin’de Genel İşçi Sendikası (CGT) konfederasyonuna bağlı sendikalar işten çıkarmalara ve gerçek ücretlerin enflasyon karşısında erimesine tepki göstererek genel grev kararı çıktı.
Kısa süre önce Arjantin uluslararası finans tekellerine borçlarını ödeyemez duruma gelmesiyle ve yeniden “iflas” tehlikesiyle karşı karşıya gelmesiyle gündeme gelmişti.
2001 yılında da devletin iflası, ardından çıkan isyanlar, onlarca kişinin polis tarafından katledildiği “yağmalama olayları”yla Arjantin uzun süre gündemde kalmıştı.
Bütün bunlar ilk bakışta uzak bir ülkeden gelen, birbirinden kopuk bir olaylar dizisi izlenimi veriyor.
Halbuki, Arjantin’de yaşananlar Türkiye işçi sınıfının ders çıkarması gereken, sadece o ülkede değil, Türkiye’nin de içinde bulunduğu emperyalist sistem içinde sıkça yaşanan ve Türkiye’de de kaçınılmaz olarak er ya da geç yaşanacak önemli gelişmelerdir.
Bu yüzden Arjantin’deki gelişmelere biraz daha yakından bakmakta fayda var.
Arjantin’de 1990’lı yılların başında yapılan “neoliberal” reformların yıkıcı etkisinden çok söz edilir. Bu reformların işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerindeki yıkıcı etkisi olduğu açıktır. Tabii tüm bu reformlar uzun yıllar “ithal ikameci” ve “korumacı” politikalar uygulayarak büyüyen ama artık hem tekelleşme sürecini tamamlamış ve dış rekabete hazır hale gelen hem de iç piyasa kendisine dar gelmeye başladığı için dışarı açılmaya hazır olan, dış kredilerden yararlanmak isteyen Arjantin burjuvazisi ve sermaye ihracı yoluyla ülkeyi sömürmeye hevesli uluslararası tekeller için çok iyi olmuştur.
1990-1998 arasında Arjantin ekonomisi yılda ortalama yüzde 8 büyümüştür. Ama bu büyüme aynı dönemde büyüme hızı yılda ortalama yüzde 25 yükselen ithalatın çok gerisinde kalmıştır (Lessons from the Crisis in Argentina By Christina Daseking, Atish R. Ghosh, Timothy D. Lane, Alun H. Thomas). Bu da doğal olarak ekonominin açık vermesine yol açtı. Cari açığın kapanması için sıcak paraya (uluslararası finans tekellerinin devlet hazine bonosu satın alma, özel sektör ve bankalara kredi verme ve borsadan hisse senedi biçiminde ülkeye yaptıkları finansal “yatırım) duyulan ihtiyaç arttı. (Bütün bunlar bir yerlerden tanıdık geliyor, değil mi? Uluslararası finans tekellerinin bağımlılık yapan para dopingleriyle büyüyen ama büyüdükçe bağımlılığı da artan bir ülke...)
1997 yılında “Asya krizi” gelince bu dış sermaye akımında bir kesilme oldu. Burjuva akademisyenlerin, ekonomistlerin, IMF’nin öve öve bitiremedikleri “örnek ülke” Arjantin birden “riskli ülke” haline geldi. Arjantin’in borçlarının faizi arttı. Faiz ödemeleri 1993 yılında 2.55 milyar dolardan 2000 yılında 11 milyar dolara fırladı. (Broken Promises?: The Argentine Crisis and Argentine Democracy edited by Edward Epstein, David Pion-Berlin)
Ve sonunda kaçınılmaz son: finans kriziyle başlayan, bu krizin tetiklediği bir aşırı üretim krizi.
2001 yılında Arjantin’de sanayi üretimi üç yıl boyunca yılda %20 küçüldü, enflasyon arttı, hükümet borçlarını ödeyemeyeceğini belirterek iflas etti, para birimi peso ABD doları karşısında rekor düzeyde değer kaybetti. Bu durumun yol açtığı toplumsal sonuçları biliyoruz.
Her krizde olduğu gibi bu krizde de asıl bedeli ödeyen işçi sınıfı oldu. Yüzde 300 oranında bir devalüasyon ve resmi rakamlara göre 2002 yılında %60’a ulaşan bir enflasyon söz konusuydu. Bu duruma işçi sınıfının tepkisi o kadar büyük oldu ki Arjantin burjuvazisi ve uluslararası tekeller ülkeyi en azından bir süre için eski yöntemlerle yönetemeyeceğini anladı.
Baskıya rağmen sokaklar sağcı De la Rua hükümetini istifaya zorlamıştı. Kitlelere taviz vermek zorunluydu. 2003 yılında yapılan seçimlerle Latin Amerika’da “sol” hükümetler zincirinin yeni bir halkasını oluşturacak şekilde, Nestor Kirshner “peronizmi” dirilterek, “siyasi egemenlik”, “ekonomik bağımsızlık”, “sosyal adalet” sözleri vererek “halkçı” bir söylemle iktidara geldi.
Ekonomik konjonktür Kirshner’in lehineydi. Yeterince sermaye kıyımı olmuş, yatırımlara uygun bir ortam oluşmuştu. Kitlelerin sırtına kırbaç gibi inen, ücretlerini reel olarak düşüren yüzde 300’lük devalüasyonla Arjantin pesosunun değerini yitirmesi uluslararası ticarette (Arjantin’in “Koç Grubu” sayabileceğimiz, “Grupo Clarin” gibi yerel tekeller başta olmak üzere) Arjantin burjuvazisine bir rekabet avantajı sağlıyordu. IMF’yle yapılan “borç yapılandırılması” anlaşmasına göre 2005 yılına kadar herhangi bir dış borç ödenmemiş olması da geçici bir rahatlama sağladı. Ayrıca dünya ekonomisinin de yeniden yükselişe geçmiş olması bu döneme denk geldi.
Özetle, burjuvazi fırtınayı atlatmış, sol söylemli bir partiyi iktidara taşımış, bu partinin şansı yaver gitmişti. Böylece burjuvazi halka çaktırmadan deri değiştirmiş oldu. Gerek Nestor Kishner’in gerekse onun ölümünden sonra aynı politikaları devam ettiren Cristina Kirshner diğer Latin Amerika ülkelerinin sol söylemli iktidarlarıyla uluslararası plaformda Chavez, Correa, Morales, Mujica gibi liderlerle saf tutması bu iktidarın sol maskesinin makyajını tazeledi. Bunlara ek olarak, 2003-2011 arasında 1990’larla karşılaştırıldığında işsizlik azaldı, sendikalı işçilerin ücretlerinde düzelmeler görüldü.
Ama büyüdükçe çelişkileri de büyüyen ve saklanamayan kapitalist gelişim kapitalizm yıkılmadıkça durmaz, Arjantin’de de durmadı.
Yerel ve uluslararası tekeller tarımda (özellikle hayvancılık ve soya) ve sanayide (özellikle otomativ ve madencilik) alanında istedikleri ayrıcalıkları söke söke aldılar. Burjuvazinin karı artıyordu. Öyle ki, 2008 krizine kadar ekonomide yılda ortalama %7’ye yakın büyüme görüldü. Kapitalizm geliştikçe tekelleşme de arttı. Sanayide yoğunlaşma endeksi 2003’te %33.1’den 2009’da %40.9’a çıktı. (inta.gob.ar)
Tüm “ulusalcı” söyleme rağmen ekonomideki yabancı egemenliği Kirshner dönemindeki kapitalist gelişmeye paralel olarak arttı. 200 en büyük şirket listesinde yabancı firmaların sayısı 1993’te 50’ye, 2001’de 92’ye, 2009 yılında da 117’ye çıktı. Temel geçim araçlarının yüzde 85’ini üreten 23 şirketin 21’i yabancı sermayeye ait.
“Solcu” Kirshnerler döneminde sabit sermaye kar endeksi (şirketlerin karlarını ölçmede kullanılan bir hesaplama yöntemi) 2003-2010 arasında yüzde 37.2’ye çıktı ki bu rakam “vahşi neo-liberalizm yılları” diye eleştirilen 1990’lı yıllardaki kar oranının bile %50 üzerindedir. (http://www.noticiasargentinas.com.ar/nuevosite/tpl.columna.php?id=503)
Güzel. Ama kapitalist gelişmenin artı değer sömürüsü, genişletilmiş yeniden üretim, sermayenin yoğunlaşması dışında bir başka olmazsa olmazı da aşırı üretim krizleridir ve bu krizler periyodik olarak yaşanır.
İşte Arjantin’de yeni bir krizin çanları çalıyor. 2013’ün son çeyreğinden itibaren sanayi üretimi düşüyor:
Kapitalizm içinde kaldıkça gerçekleşmesi mümkün olmayan hayalleri kitlelere aşılayarak burjuvaziye can simidi olan Kirshner iktidarının maskesini aralanıyor. Bu iktidar (laflarına değil de yaptıklarına bakarsak) sınıfsal konumu nedeniyle bu krizin faturasını işçi sınıfına ve diğer emekçilere çıkarmak zorunda olduğu için bu maske düşecektir.
Nitekim, son dönemde enflasyonu işçi sınıfına bir saldırı aracı olarak kullanıyorlar ve bu da kitlelerde büyük bir hoşnutsuzluk yaratıyor. Son iki ayda kademeli ama sürekli bir devalüasyon uygulanıyor. En son yapılan %25’lik devalüasyon iş gücünün değerini dolaylı olarak azaltmanın bir yolundan başka bir şey değil.
Sanayideki krize Türkiye gündemine de “Arjantin iflas ediyor” haberleriyle düşen finansal kriz eşlik ediyor.
Bilindiği gibi, Arjantin devleti 2001 yılında vadesi gelen tahvillerini ödeyemeyince ve iflas durumuna düşünce alacaklarını alamayan tahvil sahipleri ile (yüksek faizli yaklaşık 100 milyar dolarlık bir tahvil stoğu!) “borcu yeniden yapılandırma” anlaşması yapılmıştı. Ama bazı alacaklılar mutabakata girmeyi reddettiler ve dava açtılar. Amerika Yüksek Mahkemesi, Arjantin hükümetine bu tahvil sahipleri ile mutabakatsız dönem için de faiz ödemeye mahkum etti.
Bu borç krizi Kirshner hükümetinin anti-emperyalist söyleminin sahteliğini teşhir ediyor.
Borçlar konusunda Kirshner hükümetiyle geleneksel sağcılar arasında ciddi bir tavır farkı yok. Hükümet “borçları ödemek istiyoruz, ödememize izin vermiyorlar” derken muhalefet “Amerikan mahkemelerinin de yanlış yapma özgürlüğü var” diyorlar.
“Borçların reddi” gibi devrimci bir tavır sergilemek kimsenin gündeminde değil.
İşte bu son gelişmelerle Kirshner iktidarının ülkenin uluslararası finans kapital tarafından sömürülmesinin doğrudan sonucu olan 2001 borç krizini çözemediği, çözemeyeceği, sadece ve sadece ertelemiş olduğu kitleler tarafından anlaşılıyor.
Devrimci yollar dışında çözülmesi mümkün olmayan ve on iki yıl önce halı altına süpürülen sorunlar yeniden ortaya çıktı. Muhtemelen bu olayların varacağı nokta şu olacak: artan enflasyon, burjuvazinin borçlanma koşullarını çok güçleştirecek olan yüksek faizler ve bu nedenle düşen yatırımlar, aşırı üretim krizinin derinleşmesi, 2001 yılına dönüş.
Ama Arjantin işçi sınıfı bütün bunlardan bıktı. Son genel grev bunu gösteriyor. Yine de işçi sınıfına önderlik edebilecek, burjuva önderliklerin ihanetlerini, ulusal reformizmin rolünü ve bunların kuyrukçuluğunu yaparak devrim yerine parlamentarizm hayalleri yayan oportünist “sol”u teşhir eden gerçek bir Komünist Parti kurulmadığı sürece kendiliğinden hareketler Arjantin halkının tek kurtuluşu olan sosyalizme götürmeyecektir.

10 Haziran 2014 Salı

Emperyalizm - Güncelleme

Emperyalizm - güncelleme
Lenin'in kapitalizmin girdiği yeni evreyi anlattığı Emperyalizm broşüründen bankalarla ilgili bölümleri bir de günümüzün verileri ışığında okuyalım. Aşağıdaki grafikte kapitalizmin dünyada en çok geliştiği ülke olan ABD'de son yıllarda bankacılık sektöründeki muazzam tekelleşme hızını görüyoruz.
Bu rakamlar bize kapitalizmin ulaşmış olduğu çürümüşlüğün boyutunu, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin ne kadar ileri boyutlara ulaştığını gösteriyor...
"Bankalar geliştikce ve az sayıda kurumlar halinde yoğunlaştıkça, mütevazi aracılar olmaktan çıkıp, belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin hammadde kaynaklarının ve üretim araçlarının çoğunu kapitalistlerin ve küçük patronların para-sermayelerinin hemen hemen bütününü emirlerinde bulunduran muazzam tekeller haline gelirler. Birçok mütavazi aracının, böyle , bir avuç tekelci haline gelmesi, kapitalizmin kapitalist emperyalizme dönüşmesinin temel süreçlerinden birini meydana getirmektedir.
... Burada bütün ülkeyi kaplayan sık bir mali kanallar şebekesinin bütün sermayeleri ve gelirleri merkezileştirerek, binlerce tek bir ulusa kapitalist örgüte ya da tek bir dünya kapitalist örgütüne dönüştürerek hızla yayıldığı görülüyor.
...Ayrı ayrı kapitalistler birleşerek bir tek kolektif kapitalist meydana getiriyorlar. Birçok kapitalistin cari hesaplarını tutmakla, bankalar, aslında, yalnızca teknik ve yardımcı bir işlem yapmaktadır. Ancak bu işlemler muazzam ölçüde yaygınlık kazandığı zaman görüyoruz ki, bir avuç tekelci, bütün kapitalist toplumun sınai ve ticari işlemlerini kendi isteklerine bağlı kılıyor; bu tekelci grup, bankalarla ilişkileri, cari hesaplar ve başka mali işlemler sayesinde, ilkin, kenarda kalmış kapitalistlerin durumlarını tam bir şekilde öğrenebilir, sonra kredileri azaltıp çoğaltarak ya da kolaylaştırıp zorlaştırarak onlar üzerinde bir denetim kurabilir, onları etkisi altına alabilir, ensonu onların yazgılarını tam anlamıyla elinde tutabilir, işletmelerinin gelirini belirleyebilir, onları sermayeden yoksun bırakabilir ya da sermayelerinin büyük ölçüde artmasına izin verebilir, vb..
Marx, yarım yüzyıl önce, Kapital'de (Rusça çeviri, c. III, Kitap 2, s. 144.). "Bankacılık sistemi, gerçekte genel [sayfa 45] bir defter tutma ve üretim araçlarının toplumsal bir ölçekte dağılma biçimine sahiptir; ama, yalnızca bu biçime." Banka sermayelerinin artması, büyük bankaların şube ve ajans sayılarının ve cari hesap adetlerinin çoğalması konusunda yukarda belirttiğimiz rakamlar, bütün bir kapitalistler sınıfının "genel muhasebesi"ni somut bir biçimde sunmaktadır bize; bütün bir kapitalistler sınıfı dedik, aslında kapitalist olmayan unsurlar da katılmaktadır buna, çünkü bankalar, kısa bir süre için de olsa, küçük işadamlarının memurların, işçi sınıfının çok ince üst tabakasının her çeşit para gelirlerini de toplamaktadır. "Üretim araçlarının genel dağılımı" ise kesinlikle, modern bankaların gelişmesinden doğar. ... Ne var ki, sorunun özü sözkonusu olduğunda, üretim araçlarının bu dağılımı, hiçbir "genel" çizgi taşımaz; tamamıyla özeldir, yani büyük sermayenin, ilk planda da en büyük sermayenin, halk yığınlarının güçlükle beslendiği, tüm tarımsal gelişmenin sanayideki gelişmelerden onarılmaz bir şekilde geri kaldığı, sanayi içinde de "ağır sanayi"in öbür sanayi kollarını haraca kestiği koşullar altında oluşan tekelci sermayenin çıkarlarına göre işlemektedir.
Bankalardaki gelişmenin son sözünü bir kez daha söyleyelim: tekel.
Bankalarla sanayi arasındaki sıkı ilişkiye gelince, bankaların yeni rolü belki de en açık biçimde bu alanda görülmektedir. Bir banka, bir sanayicinin senedini iskonto ettiği zaman, ona bir cari hesap vb. açacak, ve bu işlemler, tek tek alınırsa, o sanayicinin bağımsızlığına zarar vermeyecek, banka da mütevazi bir aracı rolünün dışına çıkmış olmayacaktır. Ancak bu işlemler çoğalır ve yerleşik bir durum kazanırsa, bir işletmenin cari hesabının tutulması, bankaya, bu müşterisinin ekonomik durumu hakkında her zaman daha geniş ve daha açık bilgi edinme olanağı sağlıyorsa —ki daima böyle olmaktadır—, o sınai işletme, gitgide daha büyük ölçüde bankaya karşı bağımlı olmaya başlar.
(Lenin - Emperyalizm - Kapitalizmin En Yüksek Aşaması)

5 Haziran 2014 Perşembe

Krizin yükü ABD'li İşçilerin Sırtında

Krizin yükü ABD'li işçilerin sırtında
Aşağıdaki tabloda ekonominin krizden çıktığı andan başlayarak 60 ay içinde işçilerin maaşlarındaki artış gösteriliyor.
Bu tablodan, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana yaşanan krizler içinde 2008 krizinin ABD işçi sınıfına en çok zarar veren kriz olduğunu anlıyoruz.





1 Haziran 2014 Pazar

Vietnam y Estados Unidos

Vietnam y Estados Unidos


Aqui tenemos una noticia mostrando con toda su desnudez que la burguesía no tiene principios, y que el único principio que tienen son sus intereses.
El general Martin Dempsey, presidente del Estado Mayor Conjunto de Estados Unidos ( el alto jefe militar estadounidense) visita Vietnam.
En Vietnam, en 1986, bajo el nombre de "recuperación económica" introdujeron una "economía de mercado orientada al socialismo" y así abrieron el camino para el desarrollo de la producción en pequeña escala. Han surgido más de 30.000 hombres de negocios en el país en la década de 1990. En la medida que se desarrolló la burguesía se les fue mas facil comprar la burocracia.
En 2001 el Partido "Comunista" de Vietnam con su plan decenal que contiene reformas abrió su pais a los monopolios internacionales como una fuente de mano de obra barata y facilitó el enriquecimiento de la burguesia local.
El resultado es obvio. Vietnam hace una alianza con el imperialismo norteamericano contra el imperialismo chino y así tomando escogiendo su lado en la próxima guerra imperialista.
Por eso fue que millones de vietnamitas lucharon contra imperialismo estadounidense y sacrificaron sus vidas?
Tarde o temprano el proletariado vietnamita castigara los traidores que han llevado el país a este situación.