29 Ağustos 2014 Cuma

Dünyada Proleterleşme

Dünyada Proleterleşme

Aşağıdaki haberin verilerine göre dünyada 570 milyon tarım işletmesi var.

Bunun 500 milyonu "aile işletmesi" başka deyişle küçük ve orta köylü.
Bu 500 milyonun %70'i "gıda güvenliğinden yoksun" yani kendi geçim araçlarını dahi güçlükle üretiyor. Demek ki büyük bir kısmı proleterleşme süreci içinde.
Bugün dünya nüfusunun yarısından fazlası, 3.5 milyar kişi kent merkezlerinde yaşıyor. 2030 yılında dünya nüfusunun yüzde 70’ inin şehirlerde yaşayacağını öngörülüyor.
Demek ki bu 500 milyonun önemli bir kısmı işçi sınıfı saflarına katılacak.

22 Ağustos 2014 Cuma

Açlık

Açlık

Dünya genelinde 8 kişiden ve 6 çocuktan biri aç.
Dünyada 900 bin insan gece aç uyuyor. 1,2 milyar insan yetersiz besleniyor.
Her üç küçük çocuktan biri beslenemiyor.
37 ülkede gıda krizi yaşanıyor.
Türkiye'de nüfusun dörtte biri yeterli gıdaya ulaşamıyor, yüzde 10'u açlık sorunu yaşıyor.

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Jose Marti - Venezüella Yolculuğu

Jose Marti - Venezüella Yolculuğu

Kısa bir Jose Marti çeviri denemesi... "Venezüella Yolculuğu" adlı günlüğünden...

*
"Mutlu bir halk olarak, gizemli topraklardan geçerken halklarımızın yanıbaşında köhne şehirlerinin ve cahil köylerinin yollarını tıkayan yıkıntıları aşıp önünü görmek için cesurca ve körlemesine savaşan, insanlık tarihinde utangaç adımlarla yürüyen halklar görürüz. İncil’de doğru yazıyor: babaların günahlarını oğullar öder. Güney Amerika Cumhuriyetleri İspanyolların günahlarını ödüyor.
Her zaman olduğu gibi aç gözlü uluslar tarafından tehdit edilen, yerel nefretin kemirdiği, lüks tutkusunu umutsuz çabalarla doyurmaya yeltenen, beyazlardan korkan yerlileriyle, siyahlardan nefret eden soylularıyla, nasıl olsa devrim olur endişesiyle topraklarını sürmeyen köylüleriyle, yeteneklerini ve şereflerini talihli muzafferlere satıp da alçaklaşmış zeki adamlarıyla onca güzel ülkeyi görünce, her şeye rağmen o halkların serpilip hayata tutunduklarını, ateşli ve tükenmez bir zerafetle dolu o güzel İspanyolcalarıyla büyük halkların korosunda yerlerini talep ettiklerini görünce, insan babalarından cehalet, bitmeyen bir nefret, sefahat düşkünlüğü, endişe, sonu gelmez savaşlara ve dermansız sefaletlere gebe analardan başka bir şey miras almayan o cesur savaşçıların kaderinden duygulanıyor. Bu halkların kafaları dev kafası, yürekleri kahraman yüreği ama bedenleri çılgın bir karınca bedeni gibi. Geliştiklerinde yeteneklerinin bolluğu ve gücü nedeniyle onlardan korkulacak; gerçi o kadar büyük, o kadar sade ve insani bir kaynaktan besleniyorlar ki korkacak bir şey de yok: sarsakça ve yalıtık bir biçimde gelecek yüzyılın büyük fikirlerini içselleştirmişler ve tam da bu yüzden şimdiki zamanı nasıl yaşayacaklarını bilmiyorlar. Her şeyleri - hem meyveleri hem insanları - ham ve cenin halinde. En cömert idealler, en temiz rüyalar çalışma odalarındaki uzun gecelerini süslüyor. Parisliler gibi yetiştirilmişler, kendi ülkelerinde boğuluyorlar. Kendi topraklarında egzotik birer bitkiler. Yazık. Halbuki doğmakta olan bir halk yaşadığı çağın düzeyine ulaşmamışsa, aynı anda hem çağının adamı hem de halk adamı olmanın tam zamanıdır. Ama özellikle halk adamı olmanın.
Hem doğada, hem halklarda, hem de insanlarda sonsuz bir denge vardır. Tutkunun gücünü çıkarın gücü dengeler. Zafere duyulan doyurulmaz iştah insanı fedaya ve ölüme sürükler ama aynı zamanda içsel bir dürtü onu tutumlu olmaya zorlar, yaşama bağlar. Bu iki güçten birini ihmal eden bir halk ölür. İki atlı fayton misali bunları birlikte sürmek gerekir. İşte Güney Amerikalıların talihsizliğinin nedeni de bu: bugüne kadar tutkunu gücü onlarda çıkarın gücüne ağır bastı. Paraya değer vermezler, ideale taparlar. Zengin olmak ikincil bir şeydir onlar için. Ünlü olmak, muzaffer olmak ise büyük bir şey. Tüm çabaları buna yöneliktir. Bu sempatik ve fedakar Cumhuriyetler için en güzel günler çıkarın gücünün tutkunun gücünü dengelemek istediği günler olacaktır; hatta çıkarın tutkuya ağır bastığı günler. Bir süre böyle olması iyi olacaktır çünkü tutkunun uzun egemenliğinin diyeti ödenmiş olur. Modern insan için yaşamak, çok kaba görünse de, bir ödevdir: elde bir çekiç varsa örse vuracaksın. Güney Amerika ülkelerinde ise ölüm ödev oldu. Yüzyılın başında, Bağımsızlık Savaşlarında bağımsız olmak için ölmek; İspanyolları yendikten sonra ise özgür olmak için ölmek. Belirsiz bir özgürlük ihtiyacı bu yeni ülkeleri kavuruyor; kamu yararını, bu büyük politik gücü, refahı bilmiyorlar. Kafeslerine sığmayan kartallar onlar. Ormanlarındaki kuşlar gibi köle olmaktansa ölmeyi tercih ediyorlar."

14 Ağustos 2014 Perşembe

Burjuvaziye Hizmet Programı

Burjuvaziye Hizmet Programı

Başbakan Yardımcısı ve ekonomi yönetiminde yer alan bakanlar geçtiğimiz hafta Orta Vadeli Programı (Burjuvaziye Hizmet Programı diye okuyabiliriz) açıkladılar.
Güncel gelişmeleri değerlendirirken basit ve temel gerçekleri sık sık hatırlamakta yarar var:
İşçinin geliri, kendi bireysel emek gücüne dayanır. Burjuva ise gelirini kendi emek gücünden değil, işçilerin artı emeğine el koyarak el eder. Kapitaliste çalışarak değil, başkalarını sömürerek elde ettiği gelir de yetmez.
Ulusal gelirin daha sonraki dağılım süreci içinde, kapitalistin geliri artar. İşçi sınıfının geliri, devlet bütçesi aracılığıyla yeniden dağıtılır ve sömürücü sınıfların çıkarına kullanılır.
Vergi, ulusal gelirin burjuvaziye aktarılmasının önemli araçlarından biridir. İşçi sınıfının ödediği vergiler, ücretten önemli bir kesinti anlamına gelir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi kuruluşundan bu yana vergilerle ilgili çıkardığı her yasayla toplam ulusal geliri işçiden alıp burjuvaya veren bir makinedir. Buradaki "milletvekilleri"nin seçim kampanyaları burjuvalar tarafından finanse edilir, buna karşılık bu burjuva vekilleri bir taraftan konumları gereği pek çok avanta ve ayrıcalıktan yararlanırken diğer taraftan burjuvaziye olan "borçlarını" onun lehine yasalar çıkararak öderler.
Devlet sadece vergiler aracılığıyla işçi sınıfının gelirini düşürmekle kalmaz. Bu vergileri devlet tahvili ve diğer biçimlerde aldığı ve burjuvazinin lehine harcadığı borçları ve bu borçlardan-harcamalardan doğan açığı kapatmak için de kullanır. İşçi sınıfının ödediği vergi, devlet bütçesinin zarar etmesi pahasına burjuvaziye sağlanan finansal desteğin en önemli temelini oluşturur.
Örneğin Eylül ayında bütçe açığı 9.2 milyar TL. Böylece 9 aydaki açık 11.9 milyar TL’ye yükseldi. Geçen yılın 9 ayında açık 4.5 milyar TL'ydi. Son on iki ayda, yıllık açığın 25.9 milyar TL’ye ulaştığını görüyoruz. Bu açıklar vergilerle kapanacak.
Ama TC devletinin gelir elde etme biçimi dünyadaki pek çok devletten de daha adaletsizdir. Çünkü TC devletinin vergileri büyük oranda dolaysız vergilere dayanır. Örneğin Türkiye Avrupa Birliği ülkeleri arasında en yüksek dolaylı vergi alan ülkedir. Avrupa’da yüzde 27 olan dolaylı vergilerin dolaysız vergilere oranı Türkiye’de yüzde 69'dur. Dolaylı vergilerin neden işçi sınıfına en çok yük getiren vergi biçimi olduğunu Lenin mükemmel bir biçimde açıklamıştır:
"Dolaylı vergiler doğrudan topraktan ya da ekonomiden tahsil edilen değil, halkın dolaylı olarak ödediği, mallara daha yüksek fiyatlar ödemesi biçimindeki vergilerdir. Hazine şeker, votka, gazyağı, kibrit ve daha birçok tüketim maddesine vergi koymuştur; bu vergileri hazineye tüccar ya da fabrikatör öder, ama elbette kendi parasından değil, müşterilerin ödediği paralardan. Votka, şeker, gazyağı, kibrit fiyatları fırlar ve bir şişe votka ya da yarım kilo şeker alan herkes sadece malın fiyatını değil, aynı zamanda vergisini de öder. Örneğin eğer yarım kilo şeker için on dört kopek ödüyorsanız, bunun dört kopek'i (yaklaşık olarak) vergidir; şeker imalatçısı bu vergiyi hazineye ödemiştir, şimdi ödediği parayı tüketicilerden geri alır. Demek ki, dolaylı vergiler tüketim maddelerinin vergilendirilmesidir, tüketicinin aldığı malın yüksek fiyatı içinde ödediği vergilerdir. Bazen, dolaylı vergilerin en adil vergi olduğu söylenir; ne kadar satın aldıysanız, o kadar ödüyorsunuz. Fakat bu doğru değildir. Dolaylı vergiler en adaletsiz vergilerdir, çünkü bunları ödemek yoksullar için zenginlerden çok daha zordur. Zenginlerin, işçilerin ya da köylülerin gelirinin on misli, hatta bazen yüz misli geliri vardır, ama zengin yüz misli şekere gereksinim duyar mı? On misli votka, kibrit ya da gazyağına gereksinim duyar mı? Zengin bir aile, yoksul bir ailenin iki, en fazla üç misli gazyağı, votka ya da şeker alır. Bu ise, zenginin yoksula göre, gelirinin daha küçük kısmını vergi olarak ödemesi anlamına gelir. Diyelim ki bir yoksul köylü­nün yıllık geliri iki yüz rubledir; bu köylünün vergilendirilmiş, dolayı­sıyla da fiyatı yükselmiş maddelerden altmış ruble karşılığında satın aldığını düşünelim (şekere, kibrite, gazyağına vasıtalı vergi konmuştur, yani imalatçı, mal daha pazara çıkmadan vergi­sini ödemiştir; devlet tekelinde bulunan votkanın fiyatını ise bizzat hazine yükseltmiştir; pamuklu kumaşlar, demir ve öteki eşyaların fiyatı da daha ucuz olan yabancı mallar Rusya'ya yüksek gümrük resimleri ödenmeden sokulmadığı için yükselmiştir). Bu altmış rublenin yirmi rublesi vergidir. Demek ki yoksul biri gelirinin her rublesinden on köpek'i dolaylı vergi olarak ödemektedir (do­laysız vergilerin, bedel ve Obrok ödemelerinin, Zemstvo, kaza ve Mir vergilerinin dışında). Zengin köylünün geliri ise bin rubledir; vergilen­dirilmiş mallardan yüz elli rublelik almıştır; (bu yüz elli rublenin) elli rublesini vergi olarak ödeyecektir. Dolayısıyla zengin köylü, gelirinin her rublesinden sadece beş kopek'i dolaylı vergi olarak öder. İnsan ne kadar zenginse, gelirinden o kadar azını dolaylı vergi olarak öder. O nedenle dolaylı vergiler en adaletsiz vergidir. Dolaylı vergiler yoksullara yüklenen vergilerdir. İşçiler ve köylüler birlikte nüfusun onda dokuzunu oluştu­rurlar ve toplam dolaylı vergilerin onda dokuzunu ya da sekizini öder­ler. Oysa toplam gelirin onda dördünden fazlasını kesinlikle almazlar!" (Lenin, Kır Yoksullarına)
TC devleti kuruluşundan itibaren vergi yükünü yoksullara yüklemiş olsa da son yıllarda bu yükü büyük oranda artırmıştır. Büro Sen'in araştırmasına göre: "1980’de dolaysız vergilerin oranı yüzde 63, dolaylı vergilerin oranı yüzde 37’ydi. 2005 yılına gelindiğinde dolaysız vergilerin oranı yüzde 33’e geriledi, dolaylı vergilerin oranı ise yüzde 67’ye çıktı. 2013’te ise dolaysız vergiler yüzde 31’e düşerken dolaylı vergiler yüzde 69’a çıktı."
"Orta Vadeli Program" işçi sınıfı ve emekçilere yönelik vergi saldırısının artacağını göstermektedir. Çünkü programa göre 2015 yılda yüzde 4 büyümeyi öngörüyorlar ama bütçe gelirlerini yüzde 12.1 oranında artıracaklar. Bu "mucize" nasıl gerçekleştirilebilir? Ancak ve ancak vergi artırımıyla ve zamla!
"Orta Vadeli Program"dan söz açmışken, ilginç bir noktayı da belirtelim. Bunu - bizim adımıza üzücü bir durum - bir burjuva iktisatçı fark etmiş. "Orta Vadeli Program" isim vermeden birilerine söz veriyor gibi. Eski IMF "niyet mektuplarına" benziyor. Bu "birileri" de kısa zaman önce Tayyip Erdoğan'ın "ilişkileri kesebiliriz" diye çıkışığı uluslararası kredi kuruluşları.
Aslında bu kuruluşlarla "ilişkiyi kesmek" hiçbir anlam ifade etmiyor. Çünkü uluslararası tekeller Türkiye için yine bu kredi kuruluşlarından derecelendirme isteyecekler. Diyelim ki burjuva Ahmet'in firması kredi kuruluşundan “AA” not almış (bu yüksek bir not sayılıyor), burjuva Mehmet ise “BB” notuna sahip (bu da kötü bir not sayılıyor) ve bunların ikisi de aynı sektörde çalışıyor. Notu iyi olan Ahmet efendi yüzde iki faizle, notu kötü olan Mehmet efendi yüzde dört faizle borç alır. Demek ki bu kredi kuruluşlarının değerlendirmeleri bizim burjuvaları Tayyip'in bağırış-çağırışlarından daha çok ilgilendiriyor.
Hükümet programı da bunu sokak deyişiyle "eşşek gibi" kabul etmiş. Şimdi, bunu aşağıdaki karşılaştırmada görelim:
Fitch (Uluslararası Kredi Değerlendirme Kuruluşu): Notun olumluya dönmesi için MB’nin politikalarının uyumlu ve enflasyonu düşürmeye yönelik kredibiliteye sahip olması gerekir. Cari açığı direkt yatırımlarla finanse edecek dönüşümü yapın, daha esnek bir işgücü piyasasına imkan verecek yapısal reformlara hız verin.
Orta Vadeli Program: Orta Vadeli Programın temel amacı enflasyonla mücadeleye kararlılıkla devam etmek ve cari işlemler açığını tedricen düşürerek büyümeyi artırmaktır. Bu amaca yönelik olarak, para ve maliye politikasında sıkı duruş devam ettirilecek, gelirler politikasıyla da bu duruş desteklenecek ve yapısal reformlara hız verilecektir. Yurtiçi tasarrufları artırmak temel önceliklerimizdir. Özellikle kamu tüketimi ve cari transferlerin kontrol altına alınması yoluyla kamu tasarruf yatırım açığı tedrici bir şekilde azaltılacaktır. Likidite, faiz ve kur risklerinin kontrol edilmesi amacıyla stratejik ölçütlere dayalı borçlanma politikalarının uygulanmasına devam edilecek, güçlü rezerv öncelik olacaktır. Özel istihdam büroları yaygınlaştırılacak ve faaliyet alanları geçici iş ilişkisini de kapsayacak şekilde genişletilecek, alt işverenlik uygulaması gözden geçirilecektir.” (IMF ile üstü örtülü stand-by mı imzaladık?, Erdoğan Süzer)
Demek ki TC devleti Türkiye burjuvazisinin rekabet gücünü artırmak ve onu uluslararası finans çevrelerinin gözünde daha güvenilir kılmak için hem işgücü sömürüsünü artıracak hem de vergileri artıracak.
Tam da hem kendi içinde hem de diğer ülkelerdeki rakipleriyle ölümüne rekabet eden Türkiye burjuvazisinin istediği ve emrettiği gibi.

5 Ağustos 2014 Salı

Meksika'dan Bir Afiş

Meksika'dan Bir Afiş

Meksika'da bir afiş. Üç burjuva partisi iktidarı. Üçünde de katliamlar. Afişin başında "hepsi aynı pislik" diyor. Türkiye'yi hatırlatıyor, değil mi? Burjuva her yerde burjuva. Adları farklı olsa da burjuvaziye dayanan her parti onlara hizmet ediyor.

1 Ağustos 2014 Cuma

IMF - "Finansal İstikrar" Raporu - Mayıs 2014

IMF - "Finansal İstikrar" Raporu - Mayıs 2014
Sıkıcılıkta bir IMF raporu okumakla yarışabilecek çok az iş vardır herhalde. Hadi onu aştık, işçi sınıfı ve emekçilere karşı, ezilen halklara karşı en alçakça saldırıların temel nedeni olan iktisadi koşulları aklayan o soğuk, teknik dilin insanı deliye döndürmesini nasıl engelleyeceğiz?
Her neyse, bir şekilde bunlara sabredip okudukça karşıma ilginç bir tablo çıktı. Ve fark ettim ki, bu raporu yazan adamlar korkuyorlar!
Kendi yarattıkları canavar, kapitalizmin gelmiş olduğu gelişmişlik ve çürümüşlük seviyesi onları korkutuyor.
Bu korkuya yol açan en büyük dertleri 2008 yılında batıp devletler tarafından kurtarılan en büyük bankaların daha da büyümesi ve tekelleşmesi. 2008 yılında "batmasına izin verilemeyecek kadar büyük" olduğu için batmasına izin verilmeyen bankalar artık daha büyük ve krizi tetikleyen 2008 öncesi uygulamalarını aynı fütursuzlukla tekrarlıyorlar.
IMF raporunu hazırlayanlara göre bu durum pek çok "sorun" yaratıyor:
"...dengesiz bir oyun alanı, aşırı risk alma ve kamu sektörü için büyük masraflar. Sistemik olarak önemli bankaların kreditörleri başarısızlığın maliyetine katlanmadıkları için bankaların risk profillerine yeterince dikkat etmeden kredi vermeye devam ediyor, böylece kaldıraçları ve risk almayı teşvik ediyorlar. "
İşin kötüsü, tüm dünyada bankaların kurtarılması bankacılık alanındaki tekelleşmeyi daha da artırmış.
Bu konuda aşağıdaki veriler önemli. 2000 yılından bu yana kapitalizmin en fazla gelişmiş olduğu ülkelerde bankacılık sektöründeki yoğunlaşma ve tekelleşmeyi veriyor.
Lenin'in "Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması" adlı eserini güncellememize olanak veren bu IMF verileri, çalışma yeteneklerini tekellere satmış bu akademisyenlerin sahipleri adına neden bu kadar korktuğunu gösteriyor. Amiyane tabirle "işin boku çıkmış durumda".
Grafiğin sol üst köşesinde banka sayıları verilmiş. Yeşil çizgi son on yılda banka sayısının her ülkede çok düştüğünü gösteriyor. Sağ taraftaki rakamlar ise banka varlıklarının Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya yüzdesel oranlarını gösteriyor. Kırmızı çizgiden son on yılda banka Varlıklarının Gayri Safi Yurt İçi Hasıla'daki payının her ülkede sürekli yükseldiğini görüyoruz.
Başka deyişle, banka sayısı azalırken, bankalar büyüyor.
Bankalar büyüdükçe kar ihtiyaçları da o kadar artıyor. Bu ihtiyacı giderebilmek için bankaların yaptıkları ve yapabilecekleri en sadık burjuva uşaklarını bile korkutuyor.