18 Ocak 2015 Pazar

Kapitalizmin Gelişimiyle Birlikte Artışa Geçen 7 Rakam


1) Diyanet Bütçesi


Diyanet bütçesinin devlet bütçesi içindeki payı 2003’ten itibaren tekrar artış trendine giriyor, 2011’den itibaren yeniden yüzde 1’in üzerine çıkıyor.

2002-2012 yılları arasında bazı devlet kurumlarına ait verilen karşılaştırılmasında da DİB’in personel sayısında yüzde 60 artış olduğu görülüyor.


2) Futbola yapılan harcamalar


Ülkemizde futbola giden kaynak 2000'den 2013-14 dönemine kadar yüzde 350’den fazla arttı.

3) Uyuşturucu kullanımı


TÜRKİYE’NİN uyuşturucu raporunda, uyuşturucu kullanımı ve bağımlılığının 2014 yılında yüzde 17 arttığına dikkat çekildi. Son dönemlerde gündeme gelen bonzai kullanımı ise yüzde 38 arttı. Raporda, 2014 yılında 648 kişinin doğrudan veya dolaylı olarak uyuşturucuya bağlı hayatını kaybettiği yer alırken bir diğer korkunç gerçek ise 13 yaşında bir çocuğun uyuşturucudan ölmesi…

4) Ruh hastalıkları
Sağlık Bakanlığı psikolojik şikayetlerle doktora başvuran kişi sayılarına ilişkin istatistikleri yayımladı. 2009-2013 yılları arasını kapsayan istatistiklere göre Türkiye'de psikolojik rahatsızlıklar nedeniyle doktora başvuran kişi sayısı 3 kat artarak 3 milyondan 9 milyona çıktı.

5) Alkol Tüketimi:


AKP hükümeti döneminde Türkiye’de alkol tüketimi korkunç boyutlarda arttı. Bu dönemde sadece Tekirdağ’daki rakı üreten fabrika sayısı 9 kat artış gösterdi. Türkiye İslam ülkeleri arasında en çok içki tüketen ikinci ülke olarak öne çıkıyor.


6) İntihar Vakaları


TÜİK verilerine 2011 yılında 2 bin 677 iken 2013 yılında 3 bin 189 kişi olarak tespit edilmiştir. Bu da ülkemizde her gün yaklaşık 9 kişinin intihar ederek yaşamına son verdiğini göstermektedir.

7) Kadın Cinayetleri:


İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği Koordinatörü ve Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği Genel Başkanı Avukat Nazan Moroğlu, her dört kadından birinin fiziksel, ekonomik, ruhsal, sosyal ve cinsel şiddet mağduru olduğunu belirterek, ''Resmi kayıtlara göre, kadın cinayetleri sayısı son 7 yılda %1400 artmıştır'' dedi.


Türkiye’de Toplumsal İşbölümünün Gelişimi - Bir Örnek



“Toplumsal işbölümü, meta ekonomisinin ve kapitalizmin gelişme sürecinin temelidir.” (Lenin - Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi)

“30 yıl öncesine dek 8 milyon farklı mal ve hizmet üreten Türkiye'nin meslekler kodeksinde 8 bin civarında "iş tanımı" vardı. Bugün ürün ve hizmet çeşitliliğimiz 16 milyona, meslek tanımları da 12 bine çıkmış durumda. Bu rakamlar ABD için 24 milyon mala karşılık 32 bin iş şeklinde…” (Şeref Oğuz - Sabah Gazetesi) http://www.sabah.com.tr/yazarlar/oguz/2015/01/18/meslekler-degisiyor

Ukrayna İçten İçe Kaynıyor

Geçen yılın Ekim ayında Lenin'in ifadesiyle "İngiliz finans kapitalin borazanı" the Economist dergisi Ukrayna burjuvazisi şöyle korkutmuştu:

"Eğer cepheden dönen askerler ülkelerinin durumunda bir değişiklik görmezlerse sokaklara çıkarlar; hem de bu defa geçen yıl olduğu gibi tahtadan sopalarla değil, gerçek silahlarla. Bir sonraki Maidan olayları da bir karnavala değil, 1917 Bolşevik Ekim Devrimine benzer. Ukrayna hükümetinin hiçbir şey aklını başına getirmiyorsa, hiç olmazsa bu uyarı getirsin."

Ekonomi kötü durumdaydı ve kötü sonu gören AB emperyalizmi Ukrayna burjuvazisinden acil “yapısal reformlar” bekliyordu.

Başkan Poroşenko yeni hükümette Bakanlık yapabilmeleri için üç Amerikalı teknokrata Ukrayna vatandaşlığı verdi.

Söz konusu yapısal reformlar yapıldı. Bunun en önemli ayağı yeni “iş yasası”.

Rusya Komünist İşçi Partisi’nin yayın organından aktaralım:

“Yeni iş yasası işçileri birer köleye döndürecek. Bu belge sadece patronların çıkarlarını gözeterek hazırlanmış ve aslında sıradan Ukraynalıları köleleştiriyor.

(...) Örneğin yasadışı ilan edilmesine rağmen bir firmada grev yapılırsa işverenin işçileri atma hakkı doğuyor. Ya da, işçi aldığı maaşı eşine bile söylerse, ticaret sırlarının açığa vurulması bahanesiyle işten atılabiliyor. (...) İşçi her türlü iş koşuluna boyun eğmek zorunda, itiraz etme hakkı yok. (...) Patron işçinin rızasını almaya gerek olmaksızın bir işçiyi başka bir bölgedeki fabrikaya gönderebiliyor ve işçinin barınma ihtiyacını karşılama yükümlülüğü yok. İşçi buna itiraz ederse patron onu işten çıkarabiliyor. (...) Bir işçi işten çıkarılırsa, bu işçinin yerine alınacak olan yeni işçinin işi öğrenmesi için gerekli eğitim süresinde edilen masraflar işten çıkarılan işçiden tahsil ediliyor.”

(http://minspace.ru/Mysl/2015-01-07.html)

İşte binlerce insanını emperyalist savaşta kaybeden, bir taraftan yerel burjuvazinin diğer taraftan emperyalist devletlerin baskısı altında kalan Ukrayna işçi ve emekçilerinin çalışma koşulları artık böyle.

Ama bu vahşi sömürünün bile Ukrayna burjuvazisini kurtarıp kurtaramayacağı belli değil. Milli gelir hala küçülüyor. Hazine’nin sadece 7.5 milyar dolarlık döviz rezervi kaldı ki bu para beş haftalık ithalat ihtiyacını ancak karşılar. Merkez Bankası Başkanı "tam teşekküllü bir finansal kriz"den bahsediyor. 2015 yılında 11 milyar dolar borç ödemek zorundalar. Bu borcun üç milyar doları Rusya’ya. Kredi değerlendirme kuruluşları Ukrayna’nın batmasını “son derece yüksek bir ihtimal” olarak görüyorlar. Ukrayna’nın en az 15 milyar dolara ihtiyacı olmasına rağmen AB ve ABD toplamda ancak 4 milyar dolar verebileceklerini açıkladılar. Devam eden savaşa günde 10 milyon dolar harcıyorlar.

Bütün bunlar Ukrayna burjuvazisini işçi sınıfına ve emekçi kitlelere daha fazla saldırıya zorluyor.

Kitleler bu duruma daha ne kadar sessiz kalır?

İşte burjuvaziyi korkutan soru da bu.



Tekeller Arası Rekabet Kızışıyor - Bir Örnek

Günümüzde, Kautsky’den yüz yıl sonra, tekellerin varlığının rekabeti ortadan kaldıracağını, bunun da  emperyalist savaşlara son verebileceğini çeşitli biçimlerde iddia eden “teorisyenleri” okuyoruz.

İlginç olan, bu iddiayı öne sürenlerin tek bir somut örnek verememesidir. Verememeleri de normaldir, çünkü bu iddianın somut bir dayanağı yoktur.

Ama tekeller arası rekabetin kıyasıya devam ettiğini, tekellerin varlığının rekabeti ortadan kaldırmadığını gösteren pek çok somut örnek vardır.

Sermayenin en fazla yoğunlaştığı, en büyük yatırımların yapıldığı otomotiv sektörünü ele alalım.

Bu sektörün devsa tekelleri arasındaki rekabetle ilgili olarak The Economist dergisi “işler çirkinleşebilir” diyor. 3 Ocak tarihinde yayınlanan bu yazının en önemli bölümlerini

Ford ve GM (General Motors) firmalarının teşvik savaşı vermek için kullanabileceği çok nakit parası var. Chrysler Fiat’la birleşip palazlandı ve bu grup İtalyan markasının Amerika’daki satışlarını artırmaya çalışıyor. Demek ki Detroit’li üç araba üreticisinin tadını çıkardıkları yüksek karlar piyasa payını koruma savaşında buharlaşabilir.
Bu büyük üçlü 1980’lerde Japonya’dan ucuz ve güvenilir arabalar gelene kadar iç piyasaya hakimdiler (tabloya bakınız). Şimdi tüketilen beş arabadan ikisi Asyalı araba üreticileri tarafından üretiliyor. Ayrıca, Nissan, Toyota ve Honda’ya daha sonradan Güney Koreli Hyundai da katıldı.

Detroit şovu başlamadan önce dünyada ilk dega yılda 10 milyon araba satmayı başaran Almanya’nın güçlü markası Volkswagen ise bugüne kadar zorlandığı Amerika pazarını tekrar zorlamaya çalışacak."

Aşağıdaki tablo 
ABD otomotiv pazarında üreticilerin yüzdesel payını göstermektedir. Günümüzde bu sektör 1961 yılındakine göre çok daha fazla tekelleşmiş olmasına rağmen, günümüzdeki süper tekeller arasındaki rekabetin çok daha keskin bir biçimde devam ettiğini, tekelin rekabeti dışlamak bir yana, onu artırdığını görüyoruz. 



Artı-Değer İçin Kavga

Bir taraftan burjuvazi daha fazla artı-değere el koymak için işçi sınıfına saldırıyor, diğer taraftan elde edilen artı-değeri sanayi karı ve faiz biçiminde paylaşmak için birbirleriyle mücadele ediyorlar. 

Faiz konusunda yaşanan kavgalar burjuva basına sıkça yansıyor. Bu konuda son olarak Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci bir çıkış yaptı. Zeybekçi, yüksek faizlerin kabul edilebilir olmadığını, bu konuda susmanın “suça ortak olmak” anlamına geldiğini söyledi.

Zeybekçi’yi biraz dinleyelim:

“Türkiye'nin yüksek faize katlanan dünyadaki en üst düzeydeki ülkelerden birisi olarak devam etmesi kabul edilebilir değildir. (...) 2015 yılında halen reel faiz, yani insanların, şirketlerin, firmaların, yatırım ve üretimi artırmasını beklediğimiz üreticinin katlandığı kredi faizleri yüzde 14'ler seviyesinde, reel faiz yüzde 8'ler seviyesinde şu anda. Bu, katlanılabilir değildir.”

Bilindiği gibi, kredi, sahibinin belirli bir ödeme karşılığında geçici olarak diğer bir kapitaliste bıraktığı para sermayedir. Para kredisi, sanayiciye, üretimi genişletme, işçi sayısını ve el konulan artı-değeri büyütme imkanı sağlar. Sanayici, aldığı kredi (para-sermaye) karşılığında, faiz diye adlandırılan bir miktarı sermaye sahibine öder. Sanayi kapitalistinin aldığı kredi karşılığında borç veren kapitaliste bir kâr payı öder. Buna faiz denir. Bankacı faizi havadan değil de, sanayide elde edilen kardan pay olarak aldığına göre, faizin kaynağı, artı-değerdir.

Türkiye’de patronlar özellikle son on yılda yabancı bankalardan ciddi miktarda kredi almışlar. Öyle ki,dış borç stoku 2002 yılında 130 milyar dolar civarındayken bu rakam bugün 390 milyar dolar. Gerçekten muazzam bir artış.

Alınan dış borçların yüzde 42’si banka bilançolarında. Yani Türkiye’de bankalar yabancı bankalardan borç alıyor, bunu içerideki kapitalistlere kredi olarak veriyor.

Ama Türkiye’de sanayiciler kredi faizlerini yüksek buluyor, işçileri sömürerek elde ettikleri artı-değerin bu kadar büyük bir kısmını faiz olarak finans kesimine kaptırmak onları rahatsız ediyor.

Ama şimdiye kadar bu konuda çok sızlansalar da güçleri bu faizleri indirmeye yetmedi. Bu yüzden tek çareleri mutlak ve nispi artı-değeri artırmak. Bunu yapmayı başardılar da.


Örneğin, Türkye’de son on yılda sanayi sektörünün tamamında verimlilik yüzde 18.4 oranında arttı. Yani bir işçi ertesi gün işe gelmesi için gerekli emek zamanını son on yılda yaklaşık yüzde yirmi oranında düşürdü, buna karşılık reel ücretler düştü. 2002 yılında asgari ücretle 920 simit alınıyordu, bugün ancak 632 simit alınabiliyor.  

Buna rağmen, ulusal ve uluslararası rekabet, faiz baskısı ve bu yazıda değinmediğimiz kur baskısı burjuvaziyi daha fazla artı değer sömürüsü için harekete geçiriyor.

İşte bu hafta içinde TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun açıklamalarını bu bağlamda değerlendirmek gerekir:

"Şimdi bir işçimizin eline net 100 lira geçiyorsa işveren olarak bana maliyeti 159 lira. Benim cebimden 159 lira çıkıyor. İşçimizin cebine 100 lira giriyor. OECD ortalamasına baktığımızda bu rakam yüzde 35. Rekabette eşitlik istiyoruz, onlardaki yük 35 bendeki 59. ABD'ye bakıyoruz bu oran yüzde 22'lerde. Kıdem tazminatı yükü. 2001'den bu tarafa her seçim döneminde popülizm oluyor. Hele işçi hakları denilince müthiş popülizm oluyor. Dünya şampiyonuyuz, 1930'lardan kalma bu. İşsizlik fonunu getiriyoruz kıdem tazminatını kaldıracağız diyorlar. Hem işsizlik fonu var hem kıdem tazminatı yükü var. ABD'de kıdem tazminatı 4.7 maaş, Türkiye'de 20 maaş. Bir taraftan neye ihtiyacı var. Her yıl 1 milyon kişi istihdam piyasasına giriyor. 1 milyon kişiye istihdam iş bulmak durumundayız. Devletin kapısında 1 milyon kişiye iş bulamazsınız. Kim bulacak bunu bu salonu dolduran müteşebbisler, yeni girecek girişimciler. Ülkemizde iş yapmayı cazip hale getirmemiz lazım."

İşçi sınıfının bu saldırganlığa verebileceği tek bir yanıt var: daha fazla örgütlenmek, daha fazla birlik olmak.




Türkiye’de Vergilerin Sınıflara Göre Dağılımı

Türkiye’de patronlar, üretimde yaptığı sömürüyle elde ettiği artı-değere ek olarak, vergiler aracılığıyla ulusal gelirin önemli bir kısmına el koymasına rağmen vergi konusu açıldığı zaman yüzsüzce demeçler vermekten geri durmazlar.

Örneğin Mustafa Koç, "Servet vergisi alınmalı mı?” diye sorulduğunda "daha ne vereceğiz. Bir gömleğimiz kaldı" diyor.

Hatta, TÜSİAD Başkanı Haluk Dinçer bir adım daha ileri giderek "Türkiye'deki toplam verginin yüzde 85'ini bizim üyelerimiz ödüyor, o bakımdan bizim ağzımızdan çıkan dinlenir” diyerek ayrıcalıklı konumunu vergi konusuna dayanarak meşru göstermeye çalışır.

Peki bu doğru mudur? Türkiye’de verginin çoğunu TÜSİAD mı verir?

TÜSİAD Başkanının söylediği o kadar büyük ve yüzsüzce söylenmiş bir yalandır ki, kuru bir şekilde “hayır, bu doğru değildir” demek insana yeterli gelmiyor.  

Hayır, bu doğru değildir, bu alçakça ve insanların bu konudaki bilgisizliklerine güvenerek söylenmiş utanmazca bir yalandır, Türkiye’de toplam vergilerin sadece yüzde 27’si gelir ve kurumlar vergisinden oluşur.

Başka şekilde ifade edelim: 2014 yılında devlet 348,4 milyar lira vergi toplamıştır. Bunun 70.8 milyar lirası gelir vergisidir. TÜSİAD da dahil şirketlerin ödediği vergi ise 31.1 milyar liradır (kurumlar vergisi).

Dolaylı vergiler (KDV ve ÖTV dedikleri) 193.8 milyar liradır ve toplam vergiler içinde tuttuğu yer itibarıyla Türkiye’nin dünya rekormeni olduğu bu vergi türü, yani dolaysız vergiler en adaletsiz vergilerdir.

Dolaylı vergiler (ekmekten, sütten, makarnadan, kısacası satın alınan her üründen alınan bu vergiler) en adaletsiz vergilerdir çünkü vergi yükünü yoksulların sırtına atar. Bu vergileri ödemek yoksul için çok daha zordur. Zenginin geliri çok, sayısı azdır. Gece gündüz teüketim yapsalar geniş yoksul kitleler kaar ekmeğe, şekere, süte ihtiyaç duymazlar. Bu da zenginlerin yoksullara göre gelirlerinin çok küçük bir kısmını vergi olarak ödediği anlamına gelir.

Avrupa’da yüzde 27 olan dolaylı vergilerin dolaysız vergilere oranı Türkiye’de yüzde 69'dur.

Demek ki, “verginin çoğunu biz ödüyoruz” diyen patronlar yalan söylüyor. Ama söyledikleri yalanın hepsi bu değil. Kurumlar vergisi konusunda da yalan söylüyorlar.  

Şirketler 31.1 milyar lira kurumlar vergisi ödüyorlar ödemesine ama bunun 29 milyar lirasını vergi iadesi biçiminde geri alıyorlar.

Kısacası Türkiye’de vergiyi burjuvazi ödemez, işçi ve emekçi kitleler öder.

2014 yılında devlet, işçi ve emekçilerden 348 milyar lira vergi almıştır.