15 Haziran 2014 Pazar

Arjantin: Ulusal Reformizmin Maskesi Düşüyor

Arjantin: Ulusal Reformizmin Maskesi Düşüyor
Bir defa daha Arjantin’le ilgili haberler uluslararası gündeme ve dolayısıyla Türkiye’ye de yansıdı.
28 Ağustos tarihinde Arjantin’de Genel İşçi Sendikası (CGT) konfederasyonuna bağlı sendikalar işten çıkarmalara ve gerçek ücretlerin enflasyon karşısında erimesine tepki göstererek genel grev kararı çıktı.
Kısa süre önce Arjantin uluslararası finans tekellerine borçlarını ödeyemez duruma gelmesiyle ve yeniden “iflas” tehlikesiyle karşı karşıya gelmesiyle gündeme gelmişti.
2001 yılında da devletin iflası, ardından çıkan isyanlar, onlarca kişinin polis tarafından katledildiği “yağmalama olayları”yla Arjantin uzun süre gündemde kalmıştı.
Bütün bunlar ilk bakışta uzak bir ülkeden gelen, birbirinden kopuk bir olaylar dizisi izlenimi veriyor.
Halbuki, Arjantin’de yaşananlar Türkiye işçi sınıfının ders çıkarması gereken, sadece o ülkede değil, Türkiye’nin de içinde bulunduğu emperyalist sistem içinde sıkça yaşanan ve Türkiye’de de kaçınılmaz olarak er ya da geç yaşanacak önemli gelişmelerdir.
Bu yüzden Arjantin’deki gelişmelere biraz daha yakından bakmakta fayda var.
Arjantin’de 1990’lı yılların başında yapılan “neoliberal” reformların yıkıcı etkisinden çok söz edilir. Bu reformların işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerindeki yıkıcı etkisi olduğu açıktır. Tabii tüm bu reformlar uzun yıllar “ithal ikameci” ve “korumacı” politikalar uygulayarak büyüyen ama artık hem tekelleşme sürecini tamamlamış ve dış rekabete hazır hale gelen hem de iç piyasa kendisine dar gelmeye başladığı için dışarı açılmaya hazır olan, dış kredilerden yararlanmak isteyen Arjantin burjuvazisi ve sermaye ihracı yoluyla ülkeyi sömürmeye hevesli uluslararası tekeller için çok iyi olmuştur.
1990-1998 arasında Arjantin ekonomisi yılda ortalama yüzde 8 büyümüştür. Ama bu büyüme aynı dönemde büyüme hızı yılda ortalama yüzde 25 yükselen ithalatın çok gerisinde kalmıştır (Lessons from the Crisis in Argentina By Christina Daseking, Atish R. Ghosh, Timothy D. Lane, Alun H. Thomas). Bu da doğal olarak ekonominin açık vermesine yol açtı. Cari açığın kapanması için sıcak paraya (uluslararası finans tekellerinin devlet hazine bonosu satın alma, özel sektör ve bankalara kredi verme ve borsadan hisse senedi biçiminde ülkeye yaptıkları finansal “yatırım) duyulan ihtiyaç arttı. (Bütün bunlar bir yerlerden tanıdık geliyor, değil mi? Uluslararası finans tekellerinin bağımlılık yapan para dopingleriyle büyüyen ama büyüdükçe bağımlılığı da artan bir ülke...)
1997 yılında “Asya krizi” gelince bu dış sermaye akımında bir kesilme oldu. Burjuva akademisyenlerin, ekonomistlerin, IMF’nin öve öve bitiremedikleri “örnek ülke” Arjantin birden “riskli ülke” haline geldi. Arjantin’in borçlarının faizi arttı. Faiz ödemeleri 1993 yılında 2.55 milyar dolardan 2000 yılında 11 milyar dolara fırladı. (Broken Promises?: The Argentine Crisis and Argentine Democracy edited by Edward Epstein, David Pion-Berlin)
Ve sonunda kaçınılmaz son: finans kriziyle başlayan, bu krizin tetiklediği bir aşırı üretim krizi.
2001 yılında Arjantin’de sanayi üretimi üç yıl boyunca yılda %20 küçüldü, enflasyon arttı, hükümet borçlarını ödeyemeyeceğini belirterek iflas etti, para birimi peso ABD doları karşısında rekor düzeyde değer kaybetti. Bu durumun yol açtığı toplumsal sonuçları biliyoruz.
Her krizde olduğu gibi bu krizde de asıl bedeli ödeyen işçi sınıfı oldu. Yüzde 300 oranında bir devalüasyon ve resmi rakamlara göre 2002 yılında %60’a ulaşan bir enflasyon söz konusuydu. Bu duruma işçi sınıfının tepkisi o kadar büyük oldu ki Arjantin burjuvazisi ve uluslararası tekeller ülkeyi en azından bir süre için eski yöntemlerle yönetemeyeceğini anladı.
Baskıya rağmen sokaklar sağcı De la Rua hükümetini istifaya zorlamıştı. Kitlelere taviz vermek zorunluydu. 2003 yılında yapılan seçimlerle Latin Amerika’da “sol” hükümetler zincirinin yeni bir halkasını oluşturacak şekilde, Nestor Kirshner “peronizmi” dirilterek, “siyasi egemenlik”, “ekonomik bağımsızlık”, “sosyal adalet” sözleri vererek “halkçı” bir söylemle iktidara geldi.
Ekonomik konjonktür Kirshner’in lehineydi. Yeterince sermaye kıyımı olmuş, yatırımlara uygun bir ortam oluşmuştu. Kitlelerin sırtına kırbaç gibi inen, ücretlerini reel olarak düşüren yüzde 300’lük devalüasyonla Arjantin pesosunun değerini yitirmesi uluslararası ticarette (Arjantin’in “Koç Grubu” sayabileceğimiz, “Grupo Clarin” gibi yerel tekeller başta olmak üzere) Arjantin burjuvazisine bir rekabet avantajı sağlıyordu. IMF’yle yapılan “borç yapılandırılması” anlaşmasına göre 2005 yılına kadar herhangi bir dış borç ödenmemiş olması da geçici bir rahatlama sağladı. Ayrıca dünya ekonomisinin de yeniden yükselişe geçmiş olması bu döneme denk geldi.
Özetle, burjuvazi fırtınayı atlatmış, sol söylemli bir partiyi iktidara taşımış, bu partinin şansı yaver gitmişti. Böylece burjuvazi halka çaktırmadan deri değiştirmiş oldu. Gerek Nestor Kishner’in gerekse onun ölümünden sonra aynı politikaları devam ettiren Cristina Kirshner diğer Latin Amerika ülkelerinin sol söylemli iktidarlarıyla uluslararası plaformda Chavez, Correa, Morales, Mujica gibi liderlerle saf tutması bu iktidarın sol maskesinin makyajını tazeledi. Bunlara ek olarak, 2003-2011 arasında 1990’larla karşılaştırıldığında işsizlik azaldı, sendikalı işçilerin ücretlerinde düzelmeler görüldü.
Ama büyüdükçe çelişkileri de büyüyen ve saklanamayan kapitalist gelişim kapitalizm yıkılmadıkça durmaz, Arjantin’de de durmadı.
Yerel ve uluslararası tekeller tarımda (özellikle hayvancılık ve soya) ve sanayide (özellikle otomativ ve madencilik) alanında istedikleri ayrıcalıkları söke söke aldılar. Burjuvazinin karı artıyordu. Öyle ki, 2008 krizine kadar ekonomide yılda ortalama %7’ye yakın büyüme görüldü. Kapitalizm geliştikçe tekelleşme de arttı. Sanayide yoğunlaşma endeksi 2003’te %33.1’den 2009’da %40.9’a çıktı. (inta.gob.ar)
Tüm “ulusalcı” söyleme rağmen ekonomideki yabancı egemenliği Kirshner dönemindeki kapitalist gelişmeye paralel olarak arttı. 200 en büyük şirket listesinde yabancı firmaların sayısı 1993’te 50’ye, 2001’de 92’ye, 2009 yılında da 117’ye çıktı. Temel geçim araçlarının yüzde 85’ini üreten 23 şirketin 21’i yabancı sermayeye ait.
“Solcu” Kirshnerler döneminde sabit sermaye kar endeksi (şirketlerin karlarını ölçmede kullanılan bir hesaplama yöntemi) 2003-2010 arasında yüzde 37.2’ye çıktı ki bu rakam “vahşi neo-liberalizm yılları” diye eleştirilen 1990’lı yıllardaki kar oranının bile %50 üzerindedir. (http://www.noticiasargentinas.com.ar/nuevosite/tpl.columna.php?id=503)
Güzel. Ama kapitalist gelişmenin artı değer sömürüsü, genişletilmiş yeniden üretim, sermayenin yoğunlaşması dışında bir başka olmazsa olmazı da aşırı üretim krizleridir ve bu krizler periyodik olarak yaşanır.
İşte Arjantin’de yeni bir krizin çanları çalıyor. 2013’ün son çeyreğinden itibaren sanayi üretimi düşüyor:
Kapitalizm içinde kaldıkça gerçekleşmesi mümkün olmayan hayalleri kitlelere aşılayarak burjuvaziye can simidi olan Kirshner iktidarının maskesini aralanıyor. Bu iktidar (laflarına değil de yaptıklarına bakarsak) sınıfsal konumu nedeniyle bu krizin faturasını işçi sınıfına ve diğer emekçilere çıkarmak zorunda olduğu için bu maske düşecektir.
Nitekim, son dönemde enflasyonu işçi sınıfına bir saldırı aracı olarak kullanıyorlar ve bu da kitlelerde büyük bir hoşnutsuzluk yaratıyor. Son iki ayda kademeli ama sürekli bir devalüasyon uygulanıyor. En son yapılan %25’lik devalüasyon iş gücünün değerini dolaylı olarak azaltmanın bir yolundan başka bir şey değil.
Sanayideki krize Türkiye gündemine de “Arjantin iflas ediyor” haberleriyle düşen finansal kriz eşlik ediyor.
Bilindiği gibi, Arjantin devleti 2001 yılında vadesi gelen tahvillerini ödeyemeyince ve iflas durumuna düşünce alacaklarını alamayan tahvil sahipleri ile (yüksek faizli yaklaşık 100 milyar dolarlık bir tahvil stoğu!) “borcu yeniden yapılandırma” anlaşması yapılmıştı. Ama bazı alacaklılar mutabakata girmeyi reddettiler ve dava açtılar. Amerika Yüksek Mahkemesi, Arjantin hükümetine bu tahvil sahipleri ile mutabakatsız dönem için de faiz ödemeye mahkum etti.
Bu borç krizi Kirshner hükümetinin anti-emperyalist söyleminin sahteliğini teşhir ediyor.
Borçlar konusunda Kirshner hükümetiyle geleneksel sağcılar arasında ciddi bir tavır farkı yok. Hükümet “borçları ödemek istiyoruz, ödememize izin vermiyorlar” derken muhalefet “Amerikan mahkemelerinin de yanlış yapma özgürlüğü var” diyorlar.
“Borçların reddi” gibi devrimci bir tavır sergilemek kimsenin gündeminde değil.
İşte bu son gelişmelerle Kirshner iktidarının ülkenin uluslararası finans kapital tarafından sömürülmesinin doğrudan sonucu olan 2001 borç krizini çözemediği, çözemeyeceği, sadece ve sadece ertelemiş olduğu kitleler tarafından anlaşılıyor.
Devrimci yollar dışında çözülmesi mümkün olmayan ve on iki yıl önce halı altına süpürülen sorunlar yeniden ortaya çıktı. Muhtemelen bu olayların varacağı nokta şu olacak: artan enflasyon, burjuvazinin borçlanma koşullarını çok güçleştirecek olan yüksek faizler ve bu nedenle düşen yatırımlar, aşırı üretim krizinin derinleşmesi, 2001 yılına dönüş.
Ama Arjantin işçi sınıfı bütün bunlardan bıktı. Son genel grev bunu gösteriyor. Yine de işçi sınıfına önderlik edebilecek, burjuva önderliklerin ihanetlerini, ulusal reformizmin rolünü ve bunların kuyrukçuluğunu yaparak devrim yerine parlamentarizm hayalleri yayan oportünist “sol”u teşhir eden gerçek bir Komünist Parti kurulmadığı sürece kendiliğinden hareketler Arjantin halkının tek kurtuluşu olan sosyalizme götürmeyecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder