17 Haziran 2015 Çarşamba

Mücadele Kızışacak, Boş Hayallere Son!

“İleri kapitalist ülkelerde mali sermayenin hakimiyeti; mali sermayenin en önemli operasyonlarından biri olarak tahvil emisyonu; emperyalizmin temellerinden biri olarak, hammadde kaynaklarına sermaye ihracı; mali sermayenin hakimiyetinin sonucu olarak mali oligarşinin mutlak egemenliği  tüm bunlar, tekelci kapitalizmin zorba-asalak karakterini açığa vurur, kapitalist tröst ve birliklerin boyunduruğunu yüz kat daha hissedilir hale getirir, işçi sınıfının kapitalizmin temellerine karşı öfkesini daha da şiddetlendirir ve tek kurtuluşları olarak kitleleri proleter devrime götürür (bkz. Lenin, "Emperyalizm)” (Stalin, Leninizmin Temelleri)

Uyuşturucu maddelerin sık kullanımına bağlı olarak gelişen patolojik duruma uyuşturucu bağımlılığı denir. Dünya Sağlık Örgütü’nün verdiği bilgilere göre bağımlı kişilerde uyuşturucuyu elde etmeye ve kullanmaya yönelik yoğun arzu ve ihtiyaç, daha ileri aşamalarda kullanılan dozu arttırma eğilimi görülür. Uyuşturucunun fiziksel ve psikolojik etkilerine karşı yoğun hassasiyet ve bu etkileri arayış, bunun kişinin hayatındaki en önemli şey haline gelmesi uyuşturucu bağımlılığının diğer önemli belirtileridir.  

Bu bağımlılığın aşamaları vardır. Öncelikle kişi maddenin fiziksel ve psikolojik etkilerini yeniden yaşamak amacıyla, kendi isteği ile uyuşturucuyu alır ve kullanır. Sonraki aşamada kişi madde kullanmadığında ortaya çıkan yoksunluk belirtilerini yaşamamak için madde kullanmaya başlar ve son aşamada artan tolerans dolayısıyla daha iyi hissedebilmek için değil, normal hayatına devam edebilmek için madde kullanmak zorunda kalır.

İşte Türkiye burjuvazisinin ileri kapitalist ülkelerdeki mali sermayenin yaptığı tahvil, hisse senedi ve kredi operasyonlarına, yani emperyalist ülkelerden yapılan sermaye ihracına ya da burjuva iktisatçıların diliyle ifade edersek “sıcak para”ya olan bağımlılığı onları tam da uyuşturucu bağımlılarının durumuna düşürmektedir.

Başlangıçta bu “sıcak para” tatlı geldi. 2000’li yılların başından itibaren ileri kapitalist ülkelerdeki mali sermaye Türkiye’ye (ve diğer bağımlı ülkelere) tarihinde yapmadığı kadar fazla sermaye ihracı yapmıştır. Bu sayede hem tüketici için hem de kredi arayan patronlar için para bulmak kolay oldu. Bunun sonucunda Türkiye, benzer ülkelerle beraber, 2002-2007 döneminde kabaca yüzde 7 büyüdü. (Türkiye’nin tarihsel büyüme ortalaması yüzde 4,7’dü)

O yıllarda Türkiye burjuvazisi kokain almış bir adam gibi enerjik ve keyiflidir; vücut sıcaklığı, kan basıncı ve kalp atış ritmi artmıştır. Mali sermaye ülkeye parasını enjekte ettikçe kurlar sakindir (çünkü ülkede dolar bolluğu vardır), enflasyon düşüktür ve büyüme yüksektir.

Ama uyuşturucuyu almış organizma artık eski organizma değildir, dengeleri değişmiştir. Örneğin artık bol keseden kredi alan  şirketlerin 400 milyar dolar civarında borcu vardır. Borçların %93’ü dolar ve euro cinsindendir. Ayrıca TL’nin dolar karşısındaki değerlenmesi yurt dışından makine, teçhizat ve hammadde getirmeyi daha karlı hale getirmektedir. Ülke içinde bu ürünleri üreten firmalar rekabet güçlerini yitirip bu sektörlerden çekilmeye başlayınca bu sektörlerde ithalat artmış, bu da cari açık (ülkeye giren dövizle ülkeden çıkan döviz arasındaki fark) denen hastalığın kronikleşmesine yol açmıştır.

Böylece uyuşturucuyla coşan organizma, bu büyümenin bedeli olarak, birlikte varolduklarında ölümcül olan iki hastalığa birden yakalanmıştır. Bir taraftan büyük miktarda döviz borcu vardır, diğer taraftan döviz kaynaklarını eriten bir dış ticaret açığı vermektedir. Bu çok tehlikeli bir hastalıktır çünkü ülkede döviz azalırsa dövizin değeri artar, yani kendi borcu da TL cinsinden artmış olur.

İşte tam bu noktada Türkiye burjuvazisi bağımlılığının ikinci aşamasına geçmiştir. Artık uyuşturcuyu sadece zevk için değil, kullanmadığında ortaya çıkan yoksunluk belirtilerini yaşamamak için kullanmaktadır, verdiği dış ticaret açığından doğan kan kaybını (döviz kaybını) dışarıdan kan alarak telafi etmeye mecburdur artık. Yani yabancı bankaların verdiği kredilere, emperyalist ülkelerin mali sermayesinin yaptığı tahvil ve hisse senedi alımlarına, kısacası sermaye akımlarına mecburdur artık. Onlarsız yapamaz.

Uyuşturucu bağımlısı uyuşturucudan nefret eder çünkü bunun kendisini mahvettiğini bilir. Diğer taraftan onu elde etmek için kıvranır.

Türkiye burjuvazisi emperyalist ülkelerin mali sermayesinin yaptığı sermaye ihracından nefret eder. Çünkü işçi sınıfını sömürerek elde ettiği kar biçimindeki artı değerin önemli bir kısmını bu uluslararası finans tekellerine faiz biçiminde vermek zorundadır. 1975-2000 arası 25 yılda ödedikleri faiz 127 milyar dolar. Son 10 yılda ödedikleri faiz dış borç için 60, iç borç için 341, toplam 401 milyar dolar. Bunlar, TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun etinden et koparcasına bağırmasına yol açan muazzam rakamlar.

Ama bu nefret, histerik bir duygusal durumun sadece bir yönüdür, madalyonun öbür yüzünde bu sermaye ihracına duyulan doyumsuz bir istek vardır. Çünkü sermaye ihracının birden durması ve hatta içerideki dövizlerin birden dışarı çıkması tüketici kitlelerin ve patronların kolay krediye ulaşmalarını engelleyecek, büyümeyi düşürecek ve eşzamanlı olarak doların fiyatının ve patronların borçlarının tavan yapmasına yol açacak. Tüsiad temsilcilerinin hükümetin Merkez Bankası’na “faizleri düşürün” talimatı vermesi karşısında “Merkez Bankası’nın bağımsızlığına dokunmayın” diye saldırmalarının ardında tam da bu tehlike vardır. Çünkü faiz mali sermayenin besinidir, bunu çok indirirseniz bu ülkeden gider, bu besini daha fazla alabileceği başka bir ülkeye gider.

Nitekim, özellikle son yıllarda bu sermaye ihracında bir yavaşlama oldu. Bu yavaşlama hemen kendisini büyüme hızındaki düşüşte gösterdi. Türkiye 2012’de yüzde 2.1, 2013’de yüzde 4.2 ve geçen sene de yüzde 2.9 büyümüştü. Bu sene için ise tahminler yüzde 3 civarında. (İlk çeyrek verisi ise yüzde 1 civarında gelecek.) Böylece, 4 yılın ortalama büyüme oranı da yüzde 3 civarında oluşacak.

Düşen büyümeye eşzamanlı olarak son üç yılda Türkiye’nin dış borçları hızla arttı. Dış borçların milli gelire oranı 2012’de yüzde 43,1 düzeyindeyken 2014’te yüzde 50,3’e yükseldi.

Uyuşturucu bağımlısının vücudu uyuşturucuya tolerans kazanır. Vücut aynı miktarda dozdan tatmini almaz. Bu tatmin düzeyine ulaşmak için dozu artırmak zorundadır. Türkiye burjuvazisinin aldığı borçlar artık eski büyüme etkisini de yapmamaktadır.
“...son üç yılda dış borçlar 63,2 milyar dolar artarken milli gelir sadece 13,8 milyar dolar arttı. Dolayısıyla son üç yılda alınan 63,2 milyar dolarlık dış borç milli gelir artışının tam 4,5 katı oldu.
İşte bu yüksek tutarlı borçlanma nedeniyle son üç yılda dış borçlar yüzde 18,6 oranında artarken, milli gelir aynı dönemde dolar bazında sadece yüzde 1,7 oranında arttı. Demek ki son üç yılda alınan dış borçlar büyümeye katkı yapmadı.”
 
Sermaye ihracının azalmasının bir başka etkisi de, (dış ticaret açığını karşılamaya yetecek kadar döviz girmediği için) doların yükselmesi olmuştur:
“...son altı ayda Türk parası Amerikan Doları karşısında yüzde 23 oranında, son 24 ayda yüzde 55 oranında değer kaybetti.”
Bu da, dolar burjuvazisinin Türkiye burjuvazisinin tekelci mali sermayeye ödediği faiz miktarının son 24 ayda yüzde 55 oranında artması demektir.
Bir madde bağımlısı anlatıyor. Uyuşturucuya erişebilmek için:

“Her türlü suçu işledim. Hırsızlık, gasp... Çaldığım malları bebek arabasına koyuyordum çakılmasın diye, bir gün yakalandım. Şu bir gerçek, madde kullanan kişinin kendisiyle değil şeytanıyla konuşursunuz. Dostluk yoktur, madde arkadaşlığı vardır. Beş kişinin olduğu yerde bir kişi ölür, onu orada bırakır gidersin. Uyuşturucuya kulluk edersin.”

Bu tasvirler Türkiye burjuvazisinin ruh halini anlatıyor. İşçi sınıfına ve emekçi kitlelere karşı çıkarılan her türlü “iş yasası”, “güvenlik yasası”nın, artan baskının, düşen reel ücretlerin ardında bu ekonomik nedenler yatmaktadır.

Ama bu aynı ekonomik nedenler tam da Stalin’in dediği gibi “kapitalist tröst ve birliklerin boyunduruğunu yüz kat daha hissedilir hale getirir, işçi sınıfının kapitalizmin temellerine karşı öfkesini daha da şiddetlendirir.”

Artan işsizlik, düşen ücretler, yüksek enflasyon, çalışma saatlerinin ve iş yoğunluğunun artması, tüketim kredisi borçlarının artması kitlelerin memnuniyetsizliğini artırmaktadır. Metal işçilerinin eylemliliklerinde bu sıkıntıların dışavurumunu gördük, daha fazlasını da göreceğiz.

Tam da böyle bir dönemde AKP’nin tek başına hükümeti kuramayacak olması, HDP’nin barajı geçmesi kitlelerde reformist hayaller yayması açısından burjuvazinin işine yaramaktadır. Her türden reformist, oportünist eğilim bu hayallerin yayılmasında rol almaktadır.

Diğer taraftan burjuvazi hiçbir hayale kapılmamaktadır. Sorunları somuttur ve bunları çok iyi formüle etmektedirler: “Türkiye’nin rekabet gücünü artıracak büyük yapısal reformlara ihtiyacı vardır.” Bu programını (kurulacak koalisyon hangi partilerden kurulacaksa kurulsun) uygulamaları için her renkten burjuva partinin yöneticilerinin eline tutuşturmaktadır.   

Burjuvazinin - tıpkı uyuşturucusundan yoksun kalmış bir müptela gibi -  içinde bulunduğu durumdan kurtulmak için işlemeyeceği cinayet, çiğnemeyeceği “ilke” yoktur; kitlelere verilen burjuva partileri eliyle gerçekleştirilecek demokratikleşme ihtimaline yönelik her türlü boş umut onları verecekleri mücadelede zayıflatacaktır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder