23 Kasım 2014 Pazar

Japon Militarizminin Ekonomik Temeli

19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında emperyalist aşamaya geçen Japonya 21. yüzyılın başında yeni emperyalist maceralara bileniyor.


Bu, Japonya’da kapitalizm varolduğu sürece kaçınılmaz. 120 yıl öncesine göre çok daha ileri bir kapitalist gelişim aşamasına gelmiş bir ülke söz konusu. Bundan 120 yıl önce, şimdiki gelişmişlik düzeyinin çok daha gerisinde olmasına rağmen Japon burjuvazisi emperyalist yayılma ihtiyacı hissetmemiş miydi?


Geçmişi unutmuyoruz. Emperyalist aşamaya geçtiği ilk zamanlarda Çin’deki ulusal sömürgecilik karşıtı ayaklanmaları bastıran, 1905 yılında Rusya’yla girdiği savaşı kazanan, Güney Mançurya ve Kore’yi sömürgeleştiren Japon kapitalizmi bu “başarılı” saldırılarının meyvesini 1903’yen 1913’e kadar geçen sürede sınayi gelişimleri neredeyse iki kat artmamış mıydı?


Şu anda bir türlü istediği büyüme hızını yakalayamayan Japon kapitaliziminin tam da buna ihtiyacı var.  


Japon emperyalistleri bu sıkışıklığı daha önce de yaşamışlardı. Saldırganlaşıp Çin’i egemenlik altına almış, bu sayede 1914-1919 yılları arasında ihracatını dörde katlamıştı.


Bir süre sonra ekonomik büyüme öyle bir seviyeye gelmişti ki, Pasifik’te (bugün de emperyalist egemenlik mücadelelerine sahne olan Pasifik’te) ABD’yle hegemonya yarışına girmişti.


Özellikle, dünya kapitalizminin kısmi toparlanma dönemine girdiği 1920’li yılların başında Japon kapitalizminin yaşadığı hızlı büyüme, süre olarak daha kısa olmakla birlikte Japon emperyalizminin 1945-1988 yılları arasında yaşadığı (birazdan göreceğiz) hızlı büyüme dönemini hatırlatıyor.


Öyle ki, 1926 yılında Japon sanayisi savaş öncesi düzeyini yakalamıştı.


Ama Japon sanayisi krize diğer emperyalist ülke sanayilerine göre daha erken bir tarihte, 1927 yılında girdi. Ülkenin en büyük bankaları battı. İşte bu tarihte, bugünkü militarist eğilimi hatırlatacak şekilde, General Tanaka’nın başında bulunduğu askeri hükümet iktidara geldi. Ama sanayideki üretim hızla (%50 oranında) düşmeye devam etti. 1931 yılının sonunda üç milyon işsiz vardı.


Yine bugünü hatırlatacak şekilde, dış pazar Japon mallarına kapanma eğilimi taşıyordu. Bu durum Japon emperyalizmini askeri maceralara sürükledi. 1931’de Mançurya’yı işgal ettiler. Japon emperyalistleri dünyanın şiddet yoluyla yeniden paylaşımını talep ediyorlardı.


Japon tekellerinin en saldırgan unsurları askeri faşist bir diktatörlük kurdular, Nazi Almanyası ve İtalya’yla Anti-Komintern Paktını oluşturdular, tüm Çin’i işgale kalkıştılar, içerideki işçi ve köylü hareketini en acımasız şekilde bastırdılar, İkinci Dünya Savaşı başladığında Güney Doğu Asya yönünde genişlemeye başladılar ve Filipinler, Burma ve Endenozya’nın da içinde bulunduğu 130 milyon kişinin yaşadığı bir bölgeyi işgal ettiler.  
 
Ama savaşta ağır bir yenilgi almaları Japon emperyalizmini geçici olarak durdurdu.


Bugün, yirmi yıldır büyümesi çok yavaşlayan Japon emperyalizmi kaldığı yerden saldırgan politikalarına devam etmeye hazırlanıyor. Japonya’da kapitalizm son bulana kadar bu saldırganlık sürecektir.


Bu noktaya nasıl gelindi? Japon emperyalizminin neden saldırganlıktan başka bir çaresi yoktur? Şimdi bu soruları kaldığımız yerden devam ederek yanıtlamaya çalışalım.



Milyonlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan ve tarihin gördüğü en kanlı savaş olan İkinci Dünya Savaşı pek çok ülkenin sanayisini, altyapısını yıktığı için, uzun bir süre doyurulamayan bir talep yaratıp kapitalizme kalp ilacı oldu. Dünya kapitalizmi uzun bir süre aşırı üretim krizine girmedi.


Japon kapitalizmi de bu yıkımdan güç alarak hızla gelişti.


Özellikle 1950’den 1973 yılları arasındaki büyümesi dikkat çekiciydi. Ekonomi yılda ortalama yüzde on büyüdü.  Sabit sermaye oluşumu ve yatırım oranındaki yükseklik özellikle dikkat çekiciydi.


1980’li yıllarda gelişim öyle bir noktaya gelmişti ki, üretim araçları üretimine yapılan yatırım milli gelirin %30’una ulaşmıştı.  


Bu tarihte Japon ekonomisinin ulaştığı büyüklük ABD ekonomisine çok yaklaşmıştı. Japon tekelleri elektronik ürün piyasasına hakimdi. Petrokimya ve otomotiv sektörleri de çok gelişmişti.


Bilindiği gibi söz konusu sektörler yüksek değişmeyen sermaye oranı gerektiren sektörlerdir.


Değişmeyen sermaye oranlarının artışını görmek için tüketim malları sanayilerinin (gıda, içecek ve tütün, ayakkabı, deri eşya dahil giyim ve mobilya) sermaye malları sanayilerine (Demir ve demir dışı metaller, makine, araç üretimi ve kimyasallar) oranını gösteren aşağıdaki tabloya bakabiliriz.




Görüldüğü gibi 1910 yılında Japonya’da ağır sanayi hafif sanayinin ancak beşte birini oluştururken 1990’ların başında ağır sanayi baskın bir konuma geçiyor.


Değişen sermayeye gelince, 1970’li yıllarda sanayide çalışan işçilerin oranı tüm işçilerin %27’sini oluşturuyordu. Bu rakam zirve noktası olup daha sonraki yıllarda düşecektir.


Sermaye birikimiyle birlikte ülkenin sınai yapısında değişim oldu ve yüksek teknoloji ve değişmeyen sermaye yatırımı gerektiren sektörler ağırlık kazandı. Bilgisayar, sentetik kimya, CNC makineleri, elelktronik ve makine sanayi, otomotiv gibi sektörler ülke ekonomisine damgasını vurdu. Mikroelektronik teknolojisi gelişti ve uygulaması yaygınlaştı.


Ama bu büyüme 1980’lerin sonuna kadar devam etti. 1980’lere varıldığında büyüme oranları küçülmeye başlamıştı bile. Ekonominin büyümesinin küçülmesiyle, pazar sorunu kendini daha fazla hissettirmeye başladı. Sermaye yoğunlaşması, rasyonelleştirme ve sermaye ihracı artı, daha kapsamlı modern teknoloji, daha çok otomasyon; daha büyük boyutlarda yatırımlar gerçekleşti.


Teknolojik ilerlemelerin hızlanması sabit sermayenin çok hızlı yenilenmesini zorunlu kıldı. Böylece, değişmeyen sermaye ömrünü kendi değerini ürünlere kendi değeri kalmayınca kadar aktarıp tamamlamak yerine, rakip firmaların üretime soktuğu yeni makinelerin ve sistemlerin gerisinde kaldığı için tamamlamış oluyor, sürekli bir yeni yatırım yapmak gerekiyordu. Bu da, krediye olan ihtiyacı artırıyordu.  


Ama borç sermayesinin (finansal sermayenin) böylesine büyümesine yol açan en önemli etken kar oranlarının düşmesiydi. Sermayenin artı-değer getiren tek kısmının (değişen sermayenin) toplam sermaye içindeki payının azalması tüm karşı eğilimlere rağmen kar oranlarını düşürdü. Başka deyişle, sanayiye yatırım yapmak eskisi kadar karlı olmadığından Japon kapitalistler giderek daha fazla finansal sermayeye, borsaya yatırım yaptılar.  


Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren sabit sermaye oluşumundaki düşüş sanayi alanından kaçışı göstermektedir. Aşağıdaki tabloda sabit sermayenin GSYH’ya oranındaki düşüş açıkça görülmektedir:




Finansal sermayeye yönelik bu aşırı yatırım sonucunda bu sektörde bir şişme oluştu. Japonya 1985 yılında dünyada en çok kredi veren ülke konumuna geldi. Japonya borsası aşırı derecede büyüdü. Bu durum 1989 yılının meşhur Aralık krizine kadar sürdü. Japonya borsasındaki 1989 Aralık ayına kadar gerçekleşen yükseliş ve o tarihten sonraki düşüş aşağıdaki tabloda görülebilir:


Japonya kapitalizmi 1990’ların başından beri 1950-1989 arasındaki gelişim hızını yakalayamadı. Burjuva ekonomik literatürde Japonya’nın 1990’lardan günümüze kadar geçirdiği yıllara “kayıp yıllar” denmektedir.


Japonya burjuvazisi bu dönemde içinde bulunduğu krizi aşmak için işçi ücretlerini düşürmüş olmasına rağmen amacına ulaşamamıştır. Japonya’da işçi ücretleri 1990-2012 arasında %3.5 düşmüş, buna karşılık enflasyon %5.5 yükselmiştir. Bugün Japonya’da çalışanları yüzde 40’ı part time (yarım gün) çalışmaktadır.


Japon emperyalizmi hem diğer emperyalist ülkelerle yaptığı rekabette geri kalmakta, hem de buna ek olarak kendisine benzer tipte ürünler üreten Kore gibi bölgesel güçlerin rekabetine de maruz kalmaktadır.


Yaşlanan nüfus hem iç talebin giderek düşeceğini göstermekte, hem de işgücü kıtlığı doğurmaktadır. Bu da Japonya’da yeni fabrikalar açma hevesini kıran başka bir faktördür. Japon firmaları ellerinde 2.1 trilyon dolarlık nakit para tutmaktadır! Bu, toplam milli gelirin %44ünü oluşturan muazzam bir miktardır ve Japon kapitalizminin krizini mükemmel bir biçimde anlatmaktadır.


İç piyasadaki yirmi beş yıldır aşılamayan bu yapısal durgunluk Japon sermayesini dışarı daha fazla yönelmeye zorlamaktadır. İşte bu da Japon hükümetinin son yıllarda uyguladığı saldırgan politikaların ekonomik temelidir.


Japon emperyalizminin asıl yöneldiği bölge Güneydoğu Asya’dır. Japon tekeller bu bölgeden şirketler almaktadır. Tıpkı 1980 ve 1990’lı yıllarda olduğu gibi. O dönemde Japon sermayesi Tayland, Malezya ve Singapur gibi ülkelere gidip otomotiv ve elektronik sektörlerine yatırım yapıyorlardı. Ama 1998-1998 Asya krizi sonrası Japon tekeller bu bölgeden çekilmiş, ucuz iş gücü kaynağı olan Çin’e gitmişti.  

Ama Çin’deki işçi ücretlerinin yükselmesiyle birlikte Japon tekelleri yeniden Güney Doğu asya’ya yöneliyor. Economist dergisinde yayınlanan aşağıdaki tablo geçen yıl Japon firmalarının Güney Doğu Asya’da yaptıkları yatırımın Çin’e yaptıkları yatırıma göre üç kat fazla olduğunu göstermektedir.





Şimdiye kadar anlattıklarımız doğrudan üretime yönelik sermaye ihracıydı. Bunun bir de finansal sermaye ihracı boyutu var.


Bilindiği gibi yakın zamanda ABD'de tahvil alımlarının sona ermesinin ardından Japon Merkez Bankası parasal genişleme kararı almıştı. Bu basılan para bankalara gidiyor. Bankalar bu paranın %15’ini rezerv olarak tutuyorlar. Geri kalan kısmı ise, Japonya’da kredi talebi pek fazla olmadığı için yurt dışına kredi olarak, yani sermaye ihracı olarak gidiyor. Japon bankaları Asya ülkelerine 465 milyar dolar kredi vermiş.  


Sonuç olarak, sorunun temeli şu: iç talep Japon kapitalizminin büyüklüğünü karşılayamacak kadar küçük. Ya da tersi: Japon kapitalizmi iç piyasanın darlığına sığmayacak kadar büyük.


Ekonomi bir türlü toparlanmıyor. Mart ayında BBC’de çıkan bir habere göre:


“Japonya'da bütçe açığı Ocak ayında 15 milyar dolara tırmanarak kayıtların tutulmaya başlandığı 1985'ten bu yana rekor düzeye ulaştı. Japonya'nın ticaret açığı da Ocak ayında % 71 artışla 2,79 trilyon yene ulaşarak rekor düzeye yükseldi.”


Borcu GYSH’ya oranı %150 ile dünyanın en borçlu ülkelerinden biri olan, milli gelirin %8’ine denk gelen miktarda bütçe açığı veren Japonya, bu durum yetmezmiş gibi bu yılın üçüncü çeyreğinde resesyona girdi. Böylece Japonya bir kere daha, 2008 yılından bu yana üçüncü defa, resesyona girmiş oldu.


Japon ekonomisinde deflasyon - talep yetersizliği yüzünden fiyatlarda aşırı düşme tehlikesi de var.


Bütün bunlar Japon emperyalizmini eskisi kadar çantada keklik bir piyasa olmayan Asya piyasasında yayılmaya zorluyor.


Son dönemde gördüğümüz militarist gelişim ve saldırgan siyasi tutum işte Japon emperyalizminin bu özgül durumundan kaynaklanıyor.  


Bu gelişime örnek olarak Japon hükümetinin yeni katliamların zeminini hazırlamak için geçmişteki katliamları inkar etmesi, askeri bütçenin son üç yıldır artması, 48.7 milyar dolarlık bu yılki bütçenin şimdiye kadar ayrılan en büyük bütçe olması ve geçen yıla göre yüzde üç buçukluk bir artışa telabül etmesi örnek verilebilir.  


Biz bu yazıda daha çok bu siyasi ve askeri gelişmelerin ekonomik boyutunu vermeye çalıştık. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için:







*

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder