24 Nisan 2015 Cuma

Panama Zirvesi'nde Sosyal-Demokrasi’nin Maskesini Düştü

















*
Bu yazıda aşağıdaki sitede yapılan analizlerden yararlanılmıştır:


*

11 Nisan 2015’te Panama’da gerçekleşen 33 ülke devlet ve hükümet başkanının katıldığı “7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesi” Türkiye’deki yayın organlarına “Obama ve Raul Castro’nun el sıkıştığı”, “50 yılı aşkın düşmanlığın ardından ilişkilerde normalleşme adımları çerçevesinde en üst düzey ilk teması”n gerçekleştiği zirve olarak geçti.

Emperyalist yayın organları ise zirveyi daha geniş bir çerçeveden ele aldılar. Evet, şüphesiz ABD emperyalizmi ve kapitalizme geçmekte olan Küba arasında bir yakınlaşma vardı ama bütün olan biten bundan ibaret değildi. Sadece Küba değil, Brezilya, Arjantin Venezüella, Şili, Bolivya, Ekvator, Nikaragua gibi anti-emperyalist söylem tutturan “sol” tandanslı hükümetler de ABD’ye karşı daha yumuşak bir tutum izlemeye başlamışlardı.

Yerel burjuvazinin çıkarlarını temsil eden, kendi ülkelerinde çıkarılan hammaddeleri ABD emperyalizminin doğrudan soygunu biçiminde el koymasını engelleyen, bu hammaddelerin satışının gelirinin önemli bir kısmına el koyarak sermaye biriktirmeyi hedefleyen ve bunu yaparken geniş emekçi kitlelerin desteğini almak için elde ettiği kaynakların bir kısmını sosyal programlara yatıran ve (üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti devlet güvencesi altına almalarına rağmen) yine kitlelerin desteğini arkalarına alabilmek için “sosyalist” olduklarını söyleyen bu hükümetler, dünya ekonomisinde 2008 yılından itibaren başlayan ve günümüze dek uzayan aşırı üretim krizinin bir yan sonucu olarak hammadde fiyatlarının düşmesi ve gelirlerinin azalmasıyla birlikte ciddi sıkıntılar altında bulunuyorlar ve bu sıkıntılar onları hem iç politikada geniş kitlelerin önünde teşhir olmalarını hem de dış politikada ABD emperyalizmi karşısında - lafta kalan tüm çıkışlarına rağmen - boyun eğmelerine yol açıyor.

“The Economist” dergisi bu durumu kendi sınıfsal bakış açısından mükemmel bir biçimde ifade etmiş: “Bölgenin sol kanat hükümetleri tarafından yaratılan pembe med-cezirde sular çekilme aşamasında.”

Yüksek fiyatlı hammadde satışından elde edilen gelirle sağlanan büyüme durma noktasında. Latin Amerika’nın büyüme ortalaması %1’e düştü.

Sıfıra yakın bir büyüme hızıyla resesyonun eşiğindeki Brezilya ekonomisinin durumu yetmiyormuş gibi, sol maskeli hükümetin dünyanın en büyük şirketleri arasında olan Petrobras’ı kontrol eden üyeleri müthiş bir rüşvet skandalıyla karşı karşıya. Daha iki yıl önce ülkesindeki bütün telefon konuşmalarını ve elektronik posta yazışmalarını dinlediği ve kaydettiği için sert bir üslupla eleştirdiği ABD’ye bir ziyaret planlıyor. Zaten Şubat ayında Ticaret Bakanını ABD’ye göndermişti ve bu Bakan “ABD’yle ilişkiler öncelikli öneme sahip” açıklamasını yapmıştı.

Arjantin’in sol maskeli Başkanı Cristina Krichner ülkenin hiçbir sorununa devrimci bir çözüm getirmeden ve ülkeyi bir enkaz halinde - artık “sol” bir söylem tutturmayacak olan yeni hükümete terk ederek Aralık ayında görev süresini dolduruyor.

Ekvator Başkanı Correa ve Bolivya Başkanı Morales’in partileri yerel seçimlerde ağır yenilgiler aldılar.

Şili’nin sol maskeli sosyal demokrat Başkanı Bachellet’in hem kötü giden ekonomi yüzünden hem de oğlunun karıştığı rüşvet skandalı nedeniyle başı ağrıyor.
Venezüella’yı anlatmaya bile gerek yok, ülkenin en büyük gelir kaynağı olan petrolün fiyatlarındaki düşüşe ek olarak Chavez’den sonra Maduro’nun son derece kötü yönetimi ekonomiyi çökme noktasına getirdi. Durum o kadar kötü ki Venezüella hükümeti 9 aydır hiçbir ekonomik istatistik yayınlamıyor.

ABD emperyalizmi ise tüm bunları görüyor, Küba’nın kapitalizme doğru emin adımlarla geçtiğini, “solcu” Latin Amerika hükümetlerinin kendisine el açmak zorunda olduğunu görüyor ve Çin emperyalizminin bölgede ciddi bir rakip olarak karşısına çıktığı bu dönemde Bush dönemindeki açık saldırgan politikasını sürdürmeye gerek görmüyor, kuzu postuna bürünüyor, Obama Castro’yla el sıkışıyor, Küba’yı “terörizme destek veren ülkeler” listesinden çıkarmak için adım atıyor, “''bu yarım kürede ABD'nin hiç hesap vermeden bölgenin içişlerine karışabildiğini varsaydığı günler artık geride kaldı'' diyerek, kısacası 70’lerde Nixon’un Çin’deki reformları kolaylaştırmak için yaptığı konuşmları tekrarlayarak, “solcu” Latin Amerika hükümetlerinin sağa kayışını kolaylaştırıyor.

Küba ve Latin Amerika’nın diğer “sol” hükümetleri ise “ABD emperyalizmine geri adım attırdık, Latin Amerika gerçekliğini anlamak zorunda kaldı, şiddetle bir yere varamayacağını anladı” gibi söylemlerle ABD emperyalizmi karşısındaki zavallı teslimiyetçi tutumlarını emperyalizme karşı başarı olarak satıyorlar.

Ülkemizde ve dünyanın pek çok ülkesinde oportünistler yayın organlarında bu liderlerin “onurlu duruşlarını ve cesur konuşmalarını” selamlayarak kitlelerin kandırılmasına hizmet ettiler.

Bu “onurlu duruş” ve “cesur konuşmalara” yazı boyunca örnekler vereceğiz.

Karayiplerin Gorbaçov’u Raul Castro’nun konuşmasıyla başlayabiliriz. Castro, politik, ekonomik ve kültürel çelişkilerin şimdiye kadar yapılageldiği şekilde ele almak yerine tüm Amerika kıtasını kucaklayacak tarzda, (tabii ki uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin varlığını görmezden gelerek) “işbirliğine dayanarak” çözülebileceğini iddia ediyor:

"Benim görüşüme göre, kıtamızdaki ilişkiler özellikle siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda derinlemesine değişti; bu sayede, uluslararası hukuka ve kendi kaderini tayin ve egemenlik hakkının eşitlik ilkesiyle uygulanmasına dayanacak şekilde, tüm ulusların çıkarına, bu ulusların önlerine koydukları hedeflerin gerçekleşmesine hizmet eden bir işbirliğinin geliştirilmesine odaklanan politikalar uygulanabiliyor. Barış içinde yaşamak, son kertede hepimizi etkileyen sorunları çözmek için karşılıklı işbirliği yapmak bugün acil bir gerekliliktir." (Raúl Castro, 7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesinde Konuşma, 11 Nisan 2015)

Görüldüğü gibi Castro sömüren ve sömürülen sınıflar arasında, emperyalist ülkelerle yarı-sömürge ve bağımlı ülkeler arasında uyumun mümkün olduğuna dair burjuva tezi açıkça dile getirecek kadar işi ilerletmiş.

Kapitalizm varolduğu sürece böyle bir “uyum”un asla olmayacağını, tersine geçmişte olduğu gibi gelecekte de sürtüşmeler, bloklar, komplolar ve saldırılar göreceğimize emin olabiliriz.

Castro’nun kapitalizmi yıkmadan Amerika kıtasında “ekonomik işbirliği ve ekonomik birlikten” söz etmesi, Küba’daki ekonomik reformların hızla devam edeceğini de kanıtlıyor.

Yıllar boyunca ABD emperyalizminin saldırganlığı karşısında uluslararası devrimci harekete destek çağrısı yapan Küba’nın ABD emperyalizmini süslemesi, Raul Castro’nun Obama’yı daha önceki ABD Başkanlarından farklı, emperyalist sistemin dışında ve üstünde, bölgede barışı sağlama yeteneğine ve iradesine sahip neredeyse bir ilerici, bir pasifist olarak göstermesi dikkat çekici:

“Sayın Obama kusura bakmasın, bütün bu olanlarda onun hiçbir sorumluluğu yok. Ondan önce kaç tane Başkan gördük biz? On tane. Bunların hepsinin bize borcu var ama Başkan Obama’nın yok. (...) Benim görüşüme göre Sayın Obama dürüst bir insan. Onun biyografisini anlatan iki kitaba göz attım, hepsini okumadım, daha sonra okuyacağım. Onun yoksullukla geçen geçmişini biliyorum ve bence onun bu farklılığı yoksul geçmişinden kaynaklanıyor.” (Raúl Castro, 7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesinde Konuşma, 11 Nisan 2015)

Bunlar, ABD emperyalizmine yaklaşmak isteyen tüm revizyonistlerin bu tipik yaltaklanmalarıdır. 1970’lerde benzer konuşmalar Başkan Nixon için de yapılıyordu.

Raul Castro, sadece ABD emperyalizmine güzellemeler düzmekle kalmıyor, Brezilya’daki sosyal demokrat hükümetin sınıfsal özüyle ilgili işçi sınıfını aldatıcı sözler kullanıyor:

“Brezilya’nın ve onun devlet Başkanı Dilma Rousseff’in bölgesel bütünleşme ve ve geniş sektörlere faydası dokunan sosyal politikaların geliştirilmesine  katkısını vurgulamak istiyorum.” (Raúl Castro, 7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesinde Konuşma, 11 Nisan 2015)

Raul Castro, milyarlarca dolarlık bir sektörün kontrolü altında spor olmaktan çıkan futbol maçlarının “daha rahat” bir ortamda yapılması için yoksul mahallelerde Brezilya polisinin küçük çocukları vurmak da dahil olmak üzere estirdiği terörü, milyonların yaşadığı “favelha”ların (büyük mahallelerin) etrafının duvarlarla çevrilmesini, bir yandan milyarlarca dolarlık rüşvetler yiyen, diğer taraftan özel sektöre teşvik üzerine teşvikler yağdıran Brezilyalı teknokratları, giderek artan miktarlarda özellikle Latin Amerika ülkeleri ve Afrika’ya sermaye ihracı yapan - emperyalistleşme eğilimi taşıyan - Brezilya burjuvazisinden söz etmeyi “unutuverdi”.
Söylenenlerle yapılanlar arasındaki, yayılan hayallerle gerçekler arasındaki uçurum sadece Küba liderinin değil, diğer “sol” hükümetlerin liderlerinin konuşmalarında da fark ediliyor.

Bu hükümetlerin liderleri sıkça “anti-emperyalist” olduklarını yineliyorlar. “Emperyalizm”den kastettikleri ise sadece ve sadece ABD emperyalizmi. Rusya ve Çin’i emperyalist ülkeler olarak görmüyorlar. Tersine, bu ülkeler “tek kutuplu dünyanın” karşısına dikilen “yükselen, kardeş ülkeler” sayılıyor. Böylece bir emperyalist kamptan uzaklaşırken, bir başka emperyalist kampa yaklaştıklarını saklamış oluyorlar.

Bunun dışında, ekonomik olarak emperyalizme bağımlı olmalarına rağmen politik olarak bağımsız olabilecekleri tezini savunuyorlar.

Burjuva bakış açılarıyla devrimci mücadeleyi sadece sadece (o da sadece söylem düzeyinde) emperyalizme karşı verilen ulusal bağımsızlık mücadelesine indirgiyorlar, toplumsal mücadeleyi görmezden geliyorlar, proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadeleyi yok sayıyorlar. Bu ülkelerdeki kapitalist gelişime paralel olarak gelişen proletaryanın emperyalizme karşı mücadelede önderlik rolünü alması gerektiğini, emperyalizme karşı verilen ulusal mücadelenin proletarya diktatörülüğü ve sosyalizm için mücadeleyle birleştirilmesi gerektiğini, proletaryanın önderliği olmaksızın emperyalizmden tam kurtuluşun mümkün olmadığını asla hatırlamıyorlar.

Bağımsızlık sorununu toplumsal kurtuluş sorunuyla bağlantılandırdıkları nadir zamanlarda da bunu ikiyüzlüce yapıyorlar:

“Başkan Evo Morales'in de dediği gibi, bağımsızlığımızı kazandık, gerçekten demokratik, eşitlikçi toplumsal modeller inşa etmeye başladık. (...) Sevgili katılımcılar, hepinizin bildiği gibi, 1999’da Venezüella'da, bağımsızlığı amaçlayan yeni bir devrim oldu. Bağımsız ve egemen ülkemiz Bolivarcı sosyalist devrimi yaşamaktadır. "(Nicolás Maduro, 7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesi, 11 Nisan 2015)

Ticari, sınai ve finansal burjuvazinin varlığını sürdürdüğü, ülkede tüketilen ürünlerin %90’ını ithal eden, yüksek enflasyonun kasıp kavurduğu, parlamenter burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü Venezüella’nın bağımsız bir ülke olmadığını, bu ülkenin sosyalizme gitmediğini söylemeye bile gerek yok.

Latin Amerika’nın “solcu” liderleri, Obama şahsında “barışçıl ve farklı” bir emperyalizm hayalini yaymada Raul Castro’dan geri kalmıyorlar:

“Kardeşler, Amerika Birleşik Devletleri büyük bir potansiyel, dünyanın en büyük güçlerinden biri. Başkan Obama’ya buradan çağrı yapıyorum, Amerika’ya liderlik etsin, Amerika kıtasını bir barış ve sosyal adalet timsali haline getirelim. Korku, terör ve her türlü dayatma politikasından vazgeçin. (...) Bir İmparatorluk gibi davranmaktan vazgeçin, hepimiz demokratik, egemen devletler gibi davranalım. İmparatorlukların hepsi çökmüştür, baki kalan demokrasilerdir.” (Evo Morales;  7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesi, 11 Nisan 2015)

Aslında ABD emperyalizminden “Venezüella Anayasasına” ve “21. Yüzyıl Sosyalizmine” saygı bekliyen Nicolas Maduro dahil bu hükümetlerin tüm liderleri bu zirvede benzer zavallıca çağrılar yaptılar ve bu çağrıların ardında yatan gerçek istekler şu şekilde özetlenebilir:

“Biz kitleleri etrafımızda toplayabilmek için emperyalizme karşı görünmek zorundayız ama lütfen bize ambargo uygulamayın, rahatça ticaret yapalım, Rusya ve Çin gibi ‘iyi emperyalistlerle’ iyi geçinmemizden rahatsız olmayın, zaten biz ‘sosyalistiz’ dediysek, öyle ‘dogmatik’ sosyalistlerden değiliz, biz 21. yüzyıl sosyalistiyiz, biz üretim araçlarında özel mülkiyete dokunmayız, kapitalist ekonomi ve özel mülkiyet ülkelerimizde hakimdir, yabancı sermayeyi yasaklamayız, zaten sizler de petrol başta olmak üzere en önemli hammaddelerinizi bizden alıyorsunuz. Bütün bunlara rağmen bize kötü davranıyorsunuz?”

Böylesine dar çıkarlara sahip bir sınıfın emperyalizm karşıtlığı ve kapitalizm karşıtlığı olsa olsa bu kadar olur. Örneğin Venezüella Başkanı Nicolas Maduro’ya göre tüm sefaletin ve yoksulluğun sorumlusu on yıl boyunca Latin Amerika’da neo-liberal politikalar:

“Sevgili katılımcılar, refahla ilgili bir zirvede toplandığımıza göre refahla ilgili birkaç söz etmek de gerekir. Neo-liberalizm tarafından kaybedilen on yıl ve yüz yıl Latin Amerika ve Karayipleri sefalete sürüklemiştir ve bu politikalar aramızdaki eşitsizliğin baş sorumlusudur.” (Nicolás Maduro; 7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesi, 11 Nisan 2015)

Başka deyişle, Maduro’ya göre, sorun kapitalizm değil, “neo-liberalizm”, zaten kapitalizm deyince de neo-liberalizm anlaşılmalı. Halbuki Keynesçi politikalarla “daha adil” bir kapitalizm yani “başka bir dünya” mümkün.

Böylesine dar çıkarlara sahip bir sınıfın enternasyonalizmi de bu kadar olur:

“Venezüella’dan bahsettiklerinde çok kızıyorum çünkü ben başka ülkeler hakkında konuşmuyorum. Düşünsenize ben de x ülkesiyle ilgili olarak konuşsam, ‘eğitimi neden özelleştirdiniz?’, ‘neden ülkenizde bu kadar açlık var?’, ‘neden işçi sınıfını ve köylüleri eziyorsunuz?’, ‘neden yerlilerin haklarına tecavüz ediyorsunuz?’ desem kaos olur. Herkes kendi ülkesini kendi Anaysasına göre yönetsin, kimse de Venezüella’ya karışmasın.” (Nicolás Maduro; 7. Amerika Kıtası Ülkeleri Zirvesi, 11 Nisan 2015)

Benzer iki yüzlüce konuşmaları tüm “sol” hükümetlerin liderleri yaptılar.

Zirveyi genel olarak değerlendirdiğimizde, küçük burjuva oportünistlerinin ve revizyonistlerinin söylediği gibi söz konusu olan “ABD emperyalizminin yenilgisi” değil, ABD emperyalizminin taktik değiştirerek Küba’nın kapitalizme geçişini hızlandırmak (böylece eskiden olduğu gibi onu yeniden sömürgesi haline getirmek) ve Latin Amerika’daki “solcu” hükümetlerin içlerinde bulundukları iktisadi krizin faturasını işçi ve emekçi kitlelere yükselebilmelerini sağlayacak olan reformlarını yapmalarını kolaylaştırmak amacıyla sert, saldırgan söylemini geçici olarak bir kenara bırakmasıdır.

Bu zirve bir kere daha göstermiştir ki tüm dünyada olduğu gibi Latin Amerika’da da işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin kurtuluşu halkların umutlarını kendi dar çıkarlarına hizmet etmesi için demeçlerine meze yapan burjuvazinin değil Marksizm-Leninizmin bayrağı altında hareket eden gerçek komünist partileri öncülüğündeki işçi sınıfının elindedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder